BODRUM KALESİ
YAZAN : SEYLAN KANDAK
Bodrum Kalesi, tatilcilerin çoğunun hatta bazı Bodrumluların bile es geçtiği, nedense çoğu kişi için manzaranın bir parçası olmaktan öteye gidemeyen bir ortaçağ yapısı. 2016’dan beri Unesco korumasında bulunan mimari eser, dünyada Sen Piyer Şatosu olarak da biliniyor (Le Château Saint-Pierre).
Yapımına Hristiyan katolik bir organizasyon olan Hospitalier Şövalyeleri tarafından 1400’lerin ilk çeyreğinde başlanmış ve ortalarına doğru tamamlanmıştır. 1524 yılında Osmanlı hakimiyetine giren kalenin şapeline bir minare eklenerek Süleymaniye Camii’ne dönüştürülmüştür. Bodrum Kalesi 1960 yılından beri kale olarak ziyaret edilmenin yanında Sualtı Arkeoloji Müzesi’ne de ev sahipliği yapmaktadır. Heryerden kolayca ulaşabileceğiniz bu baz bilgileri verdiğimize göre şimdi ziyaret sırasında nelerle karşılaştığıma, kalenin hem kendinde hem de müze taraflarında ne gibi değişiklikler olduğuna değinelim.
Bodrum Kalesi’ne girer girmez beni dış dünyadan ayıran kalın taş duvarlar, başka renklere yer bırakmayan sıcak gri tonlar, taşların arasından çıkan yabani otlar beni farkı bir havaya sokuyor. Yol boyu kale içinde kule sahibi olan Alman, Fransız, İspanyol, İngiliz ve İtalyanlara ait taş bloklara gömülmüş armalar ve vitraylar dikkatimi çekiyor. Rölef heykel (kabartma) tekniğiyle çalışılmış armalarda yılan, haç aslan, ejder gibi betimlemeler görüyorum.
Yüksek duvarların ve kulelerin arasında kendini eski çağlarda hissetmek işten değil. Sadece deniz tarafını gözetlemek için açılmış pencerelerden görünen sonsuzluk, kayalara çarpan dalgalar ve ufuk manzarası insana kendini küçük ve yalnız hissediyor. Bir kalenin, etrafında yine kaleye hizmet eden birkaç haneli küçük yerleşim dışındaki tek yaşam alanı olduğu ortaçağ dönemini hayal ediyorum. İçeri girdikten sonra bugün kullandığımız merdivenlere nazaran çok yüksek basamaklarla yukarı çıkıyor ve ateşli topların yanından geçerek Bodrum Marina manzarasını görebileceğim bir noktaya varıyorum. Eskiden iki liman arasında kurulan kayalıklar üzerindeki gözetleme kalesi şimdi milyonluk teknelere ev sahipliği yapan Bodrum yat limanına bakıyor.
Buradan hareketle takip ettiğim yönlendirme okları beni ilk olarak kapalı bir bölümün alt katındaki amfora sergisine yönlendiriyor. Dik merdivenlerden inilen küçük alanı mahzen veya zindan olarak hayal etmek mümkün. Zamanında burada bulunan tutsakları düşünmeden edemiyorum. Taş duvarlar arasında dalga sesleri yankılanıyor. Kaledeki restorasyon sonrası ilk olumlu izlenimimi bu galerideki organizasyon, açıklayıcı metinler ve su altı kazılarına dair fotoğraflardan ediniyorum.
Antik çağa, özellikle Roma dönemine ait amforalar, Akdeniz bölgesinde, şarap veya değerli eşya taşımak için kullanılan pişmiş toprak kaplardır. Kilden şekillendirilen ve yüksek ateşte pişirilen iki kulplu ve alt kısmı sivri bu testilere Yunan çömlekleri de diyebiliriz. Amforalar deniz ticaretinde zeytin, zeytinyağı, tahıl, şarap gibi gıdaların yanı sıra değerli eşya, cam, kum gibi farklı yükler için de tercih edilirmiş. Kimi amforalar içeriğine bağlı olarak tek sefer kullanılıp atılır kimi zaman yeniden kullanılırmış. Deniz altından çıkarılmış ve çok iyi korunmuş amforalar, kalenin görseline uyumlu tahta raflar üzerinde belli bir düzen içinde ve üzerinde etiketleriyle sergileniyorlar. Bence en önemlisi sergileme unsurlarından biri olan ışık sorunu da hem pencereden gelen gün ışığı hem de onu destekleyen ve göz almayan spotlarla desteklenmiş.
Amphora sergisinden görüntü
Sergiden sonra yeniden üst kata çıkıp ana meydana varıyorum. Kalede ana avlunun merkezine şapel yerleştirilmiş. Osmanlı hakimiyetinden sonra eklenen minare dahil, dini yapıyı çok zarif buluyorum. Yenileme çalışmasında şapel içindeki batık gemiyi çıkarmak ve bu gemiden çıkan diğer eserlerle beraber farklı bir noktada sergileme fikrini de kutlamak gerekir. Restore edilmiş ve yapılış amacına uygun şekilde boş bırakılmış haliyle yapı insana huzur veriyor ve yerleşim yerini anlamlandırıyor.
Ana meydandaki geniş boş alan obje ve tarihi kalıntı sergileri için kullanılıyor. Dev çıpalar, üzerinde koç, koyun, inek betimlemeleri bulunan kolon başları, zeytin kırma taşı, dev küpler, dönem heykelleri ve taş toplar, zeytin ağaçları altında izleyicilere sunuluyor. Sergilenen objelerin yanı sıra meydanda serbestçe dolaşan tavus kuşları da göz alıcı renkleriyle insanı mest ediyor.
Kaleyi gezerken 2018’den 2020 yılına kadar süren üç yıllık restorasyon ve restitüsyon çalışmaları sırasında duyduğum, okuduğum ve beni endişhelendiren eleştirilerin yersiz ve haksız olduğunu düşünüyorum. Acaba neden kötü işleri eleştirirken iyi işleri takdir edemediğimizi üzülerek kendime soruyorum.
Bir sonraki durakta yani en çok etkilendiğim galeride, Serçe Limanı Cam Batığı sergileniyor. Marmaris yakılarında 1025 yılında batan cam yüklü geminin iskeleti, dünyanın en eski batık gemisi kabul ediliyor. Doğru bir mizansen içinde sunulan dev batık, demirden yapılmış bir omurgaya iliştirilmiş geminin orijinal tahtalarından oluşuyor. Geminin içine yerleştirilen amfora ve sepetler abartılı veya yapmacık durmuyor. Ayrıca gemide taşınan tonlarca cam takozun, geminin altına yerleştirilmesi ve aşağıdan aydınlatılması geminin kristal bir suda yüzdüğü izlenimini veriyor. Batık, bize Avrupa ve Ortadoğu arasında 11. Yüzyılda yapılan gemi ticareti ve yük çeşitliliği hakkında bilgiler veriyor. Gemiden çıkan tartı ve ölçü aletleri, silahlar da dönem insanının yaşamı hakkında bilgler içeriyor. Aynı alanda gösterilen video, geminin bölümlerini ve seyir halini izleyicinin gözünde canlandırmasına yarayacak bir araç niteliğinde. Bu bakımdan basit bir animasyon olmasına rağmen amaca yönelik. Sakil durmuyor.
Batıktan çıkarılan üç ton kırık ve sağlam cam eşya kalıntısı da izleyiciye sunulmuş. Cam eşyalar yine aşağıdan ışıkla aydınlatılmış ve eşyaların tasarımlarını, dekoratif işlemelerini ortaya çıkarıyor. Bu parçalar birer sanat eseri niteliğinde. Hem kırılganlıkları hem de bugüne dek tek parça gelebilmiş olmaları insanı şaşırtıyor.
Batıkta sarap, yiyecek ve değerli eşya taşınan amforalar da serginin parçası haline getirilmiş. Daha önce bu kadar farklı modellerde amforalar görmemiş olduğumdan, bu sergi ilgimi çekiyor. Ayrıca yine aynı alanda iki adet akvaryumda sempatik minyatür figürlerle batığın ne şekilde gün yüzüne çıkarıldığı anlatılıyor. Yine etkileyici bir ışıta sergilenenen sünger avcısı kıyafeti olarak bilinen deniz altı kostümü de görülmeye değer.
Bence önemli galerilerden biri de gezinin sonuna doğru ulaşılan, Muğla Nekropol kazı alanından 1989 yılında çıkarılan buluntular. Burada Karyalı prensesin mezarı ve kemik buluntuları ile kemik kalıntılarından hareketle hazırlanmış üç boyutlu heykelini görüyoruz. Yapılan araştırmalarda, kadının 4o yaş civarında öldüğü, iyi bir yaşam kalitesi olduğu ve birden çok doğum yaptığı anlaşılmış. Ayrıca mezar odasından çıkarılan takılar da sergileniyor. İskeletin yakınında bulunan altın taç, mezarın soylu bir kişiye ait olduğunun kanıtı kabul edilmiş. Buluntunun Karyalı Prenses olarak anılması da işte bu taca istinaden gerçekleşmiş. Buradaki restorasyon çalışmaları da beni etkiliyor. Önceden bu alandaki sergiyi zenginleştirmek amacıyla kullanılan flamalar, doldurulmuş hayvan başları ve original olmayan kumaşların çıkarılması son derece isabetli bir karar olmuş. Şu anki sergilemenin sadeliği, ışıklandırması ve düzeni dünya standartlarında.
Anlattığım bölümler dışında kalede üç avlu daha bulunuyor ve bu avlularda antik dönem roma heykelleri var. Heykellerdeki kumaş detayları bende kara kalem çalışma isteği yaratıyor. Kulelerin içlerinde de farklı batıklardan çıkan eşyalar, çömlekler, silahlar, dekorasyon objeleri, toprak karaf ve şarap kadehleriyle mutfak gereçleri sergileniyor.
Meydanlarda devleşmiş kaktüslerin üzerine yılllarca buralara gelmiş kişilerin isimleri kazınmış. Kalenin yukarı bölümlerine çıktıkça hem kalenin tamamını yukarıdan görmek hem de harika Bodrum manzarasının tadını çıkarmak insana iyi geliyor. Paralel yürüyen kale ve müze gezisi ziyaretçilere 2 ila 3 saat sürecek tarihi ve sanatsal bir parkur sunuyor. Tatil için Bodrum’u tercih edenlere, bu bölgeye gönül vermişlere mutlaka tavsiye ederim.