- Önce içinde bulunduğumuz sıra dışı zamanlarla ilgili başlayalım isterseniz. Salgınlar hakkında bir kitabınız var. Virüs tehlikesinin henüz bitmediği ve daha kötü bir hal aldığı bugünlerde bu tür kitaplar daha önem kazanıyor. Siz bu kitabı neden yazdınız? Nasıl bir motivasyon bunu size yazdırdı?
Aslında bu tür bir kitabı yazmak hem kolay hem de değil. Salgınlar tarihi için yararlanabileceğiniz belli bir külliyat var ancak bu kadar bilgiyi nasıl kullanacağınız çok önemli.
Benim temel savım, bir salgının nasıl çıktığından çok seyrini daha önemli olduğu. Dünya tarihi boyunca birçok salgın olmuş ve kendi seyrini izlemiş. Ben de kitapta hem dünyada hem de bizim coğrafyamızda olan salgınları ele alıp hem tarihsel açıdan hem de bazı anekdotlar çerçevesinde inceledim.
Kendim de Ebola salgını sırasında Afrika’da olduğum için Covids-19’dan önce bu salgını yaşamıştım. Hatta salgının başlarında da bir arkadaşımı Ebola’dan kaybetmiştim. Orada da salgın belli bir seyir izlemiş ve sonra da etkisini kaybetmişti.
Aynı şekilde Covid-19 da laboratuvar ortamında yapay da çıkmış olabilir, doğal da çıkmış olabilir ama her ne olursa olsun tarih içindeki salgınlardan bir tanesi, o nedenle doğal seyri içinde artık komplo teorilerine yer vermeden tedbirimizi almak gerekiyor.
- Mitoloji bilginize hayranız Erhan Bey. Keyifle okunacak, mitolojik bilgiler içeren birçok paganizm kitabına da imza attınız. Aynı zamanda YouTube’ta online yayın yapıyorsunuz öğrencilerinize. Bu merakınız nereden geliyor?
Dana 13 yaşında iken İlyada ve Odysseia’yı okumuştum. Sonra o kitapların çevirmeni Azra Erhat’ı ve kaçınılmaz olarak Halikarnas Balıkçısı’nı keşfettim, bütün kitaplarını okudum. O zamanlar daha lisede idim. Deli gibi bir merakla Latince öğrendim o zamanlar var olan bütün mitoloji kitaplarını aldım. Bugün de aynı merak ve coşku ile araştırıyorum.
Mitoloji bana göre insanı, insan doğasını tanımanın en iyi yolu. O zamanların yaratılarına bakıp, insan Doğa ilişkisini ve insanın hayatta kalma çabasını görüyorsunuz. Mitolojiyi hiçbir zaman uydurma öyküler olarak görmemek gerek, içinde insana ait kadim sembolleri ve büyük ipuçlarını barındırıyor.
Pandemi sürecinde, ben de bir katkıda bulunmak istedim ve Youtube üzerinden herkese açık mitoloji derslerine başladım. Amaç insanları evde oturmaya ve bir şeylerle ilgilenmeye teşvik etmekti. Birçok arkadaşım Youtube üzerinden insanları korkutarak “like” alırken ben böyle bir yolu izledim. Ancak beklemediğim bir ilgi oldu ve dersler “normalleşme” sürecinde de devam etti. Sanıyorum sürekli devam edecek. Bugüne kadar sadece bir gün Youtube kısıtlaması yüzünden yayın yapamadım ancak her Pazar 22’de devam etmeyi düşünüyorum.
https://www.youtube.com/c/ErhanAltunay
- Sizi gerek televizyondan takip eden gerek kitaplarınızı okuyanlar bilirler. ‘’İstanbul’’ deyince akla gelen ilk isimlerdensiniz. Peki, sizin İstanbul’unuz nasıl? Tarihten bugüne kadar İstanbul sizin aklınıza neler getiriyor?
İstanbul benim için, üzerinde yaşadığım bir şehir olmaktan öte bir aşk sanırım. İstanbul dediğim zaman, ben bugün dolaştığım yerleri değil aynı zamanda o mekânların bütün An’larını yaşıyorum. Bir sokaktan geçerken Bizans da Osmanlı da aynı şekilde orada aşikâr oluyor. İstanbul hâlâ size sürprizler yapabilen, şaşırtan bir şehir. Tabii İstanbul dediğim zaman ben Tarihi Yarımada’yı kastediyorum. Yazılarımda “İstanbul’a gidiyorum” dediğim zaman orası Tarihi Yarımada’dır. Üsküdar, Üsküdar’dır; Kadıköy, Kadıköy’dür. Benim yaşamımda gerisi İstanbul değildir, kalan her semti kendi adı ile anarım.
İstanbul sevgisi sanırım, toprağına bağlı insanın en arkaik sevgisinin bir tezahürü. Türkçede aynı kökenden olduğumuz birine “toprağım” deriz ya da “toprak çekti” deriz. Benim de toprağım İstanbul, burada doğdum, burada toprağa gireceğim. Gün içinde boş kaldıkça İstanbul’da dolaşmak her şeyden daha iyi geliyor, eski bir evi görmek, geçmişin anılarını yaşatan bir taşa dokunmak yaşamın en büyük güzelliklerinden oluyor.
İstanbul üzerinde en çok yazılmış çizilmiş bir o kadar da bilinmeyen bir şehir. Ne kadar yazsanız bilmiyor. Mesela İstanbul’un Pagan dönemi popüler bir yayın olarak hiç çıkmamıştı; uzun bir araştırma sürecinden sonra onu yazdım ya da İstanbul’un Latin Krallığı dönemi hiç incelenmemişti, Selçuk Eracun ile defa bütün bilgi birikimimizi ve eski kroniklerden derlediklerimiz ortaya koyarak yazdık. Her dönemi başka çekici İstanbul’un…
- Ayasofya Camii sizin için ayrı bir önem taşıyor sanırım; her lafınızda geçiyor. Ayasofya’yı nasıl görüyorsunuz? Cami olması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben Salacaklıyım, doğduğum günden beri Ayasofya’yı hep karşımda gördüm; neden bilmiyorum ama ona karşı büyük bir bağım oluştu. Fırsat bulduğum her zaman gezer taşını toprağını incelerdim. Sonunda bütün bu birikimi Pelin Çift ile bir kitaba döktük ve Ayasofya ile olan bağımız daha da kuvvetlendi.
Ayasofya bir mabet olmaktan öte büyük bir de sembol. Evet, çok görkemli bir kilise, 1400 yıla yakın kilise olmuş ve içinde çok önemli eserler barındırıyor ama öte yandan da baktığınızda İstanbul’u bizim toprağımız yapan Fatih Sultan Mehmet’in de bir burayı fethinin bir sembolü, buradaki egemenliğimizin bir nişanesi. Soğuk bir bina olmasından öte yaşayan ve içinde ibadet edilen bir yapı olması bence çok önemli idi ve her platformda cami olmasını destekledim. Bugün bu hayalimiz gerçekleşti ama bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Mutlaka oturacak. Pelin ile biz, Ayasofya’nın alt katının ibadete açılmasını, üst katının müze kalmasını önermiştik o zamanlar. Ayasofya’daki eserlerin görülebileceği ancak ibadet de yapılacak bir formülün adım adım gerçekleşeceğini ummaktayız. Öte yandan orayı gezen kişilerin bir camiye olan saygıyı göstermelerini, ayakkabılarını gelişigüzel eserlerin üzerlerine koymamalarını ve pandemi sürecinde her şeye dikkat etmemelerini de umuyorum. Bu süreç yavaş yavaş oturduğunda Ayasofya eski günlerine dönecek…
- Yine İstanbul’a dönersek, sizce İstanbul’da bundan sonra neler olmalı? Hangi değerleri kaybettik ve geleceğimizde neler bizi bekliyor?
Sadece İstanbul’u değil, bizi biz yapan bütün değerleri kaybediyoruz. İstanbul’u, çağdaş kapitalizmin getirdiği düşünce biçimlerinin sadece bir göstergesi oldu.
Çağdaş kapitalizm, insanları ve mekânları anonimleştirerek onları sadece bir metaya çeviriyor. Kişi kendini ne kadar “özel” hissederse hissetsin bu anonimleşmeden kurtulamıyor. Aynı giyim tarzı, aynı yemek biçimler, aynı alışveriş alışkanlıkları her yerde karşımıza çıkıyor. Şehirler de onların eşsiz yapan bütün özelliklerini kaybederek anonimleşiyor bu bağlamda.
Benim için Levent, Maslak ya da yeni kurulan yerleşim yerleri İstanbul değil. Kendi tarihlerine de ihanet etmiş yerler. Tarihi Yarımada da maalesef çılgın bir dönüşümden payını alıyor. Tarihi eserler yok ediliyor.
Artık “İstanbul’u koruyalım” deminin bir anlamı yok. Önemli olan insanlara insanlık ve şehir bilincini verebilmek, atalarımızın dediği gibi ”toprağım” dedirtebilmek. Bu hızla gidersek gelecekte İstanbul sadece anılarda kalacak.