“Kabuk Adam” Romanında “Abjeksiyon” Kavramının Peşine Düşmek
Sultan Yavuz*
Julia Kristeva’nın “Korkunun Güçleri İğrençlik Üzerine Bir Deneme” adlı kitabında rastladığım ajbect kavramının hem psikolojik hem kültürel hem de felsefi bir boyutu olduğunu düşünüyorum ve makaleme konu olan Aslı Erdoğan’ın “Kabuk Adam” romanını incelerken, Kristeva’nın kitabının yanı sıra, Şima İmşir’in “Bir Özgürlük İhtimali Olarak Abjeksiyon. Sırça Fanus ve Kabuk Adam’da Kimlik Sorunu” makalesinden de yararlanmaya çalıştım.
Önce Kristeva’nın abjeksiyon kavramını, kendimden örneklerle açıklamaya çalışacağım, sonra da ve kavramın izini Kabuk Adam’da arayacağım. Mesela, alıntı yaparken, karakterlere göre değişen abject kavramını da aktarmaya çalışacağım.
Çalışmasında Kristeva, benliği tehdit eden ve bu nedenle de öznenin karşılaştığı anda tiksinme, kusma, bayılma ya da gülme yoluyla baş edebildiği bir takım varlıklardan söz ediyor. Temelde, kan, regl kanı, kusmuk, dışkı, balgam gibi öznenin kimlik sınırlarını ihlal eden her türlü şeyi abject olarak tanımlıyor. Bu şeyler, ne “ben”, ne “öteki”, ne “dış”, ne “iç”, ne “nesne”, ne “özne” gibi kesin sınırlar içinde tanımlanmıyorlar. Bu nedenle de ben ve öteki ayrımlarını altüst ediyorlar. Dil, özneye bunu tanımlama imkanı sunmaz, çünkü abject kültürel benliği rahatsız eder ve onu kimliksiz olduğu rahme geri dönmekle tehdit eder. Özne, dilin alanına giremeyen bu şeyi tanımlayamadığında dağılır ve bu parçalanışı bünyesinden atmak için kusar, tiksinir, öğürür ya da bayılır.
Yani abject’e verilen tepkiler, benim ya da senin sınırlarının ne kadar katı olduğu ile doğru orantılıdır. Örneğin, bir yıl önce başıma gelen bir olayı anlatarak, abjecte verilen tepkinin öznelliğini anlatmak istiyorum. İş yerinden yemek söylemek için çıktığımda, çöpü karıştıran bir homeless gördüm. Kafeden yemek siparişi verdim ve kitabevine dönerken adamın bana yaklaşmakta olduğunu fark ettim. Kokusu bir kaç metreden yayılıyordu ve çok pisti. Kenara çekildim yanımdan geçmesi için ve önüme geçti, bir metre kadar ilerledi ve inanamadığım bir şey yaptı. Paçasını salladı ve paçasından aşağı yuvarlak bir parça dışkı düştü ve diğer ayağıyla, hızla dışkıya vurdu. Dışkı top gibi havada sekip, yola düştü. Bunu hayretle anlattığımda, iş arkadaşımın biri öğürerek tuvalete koştu, diğeri hayret etti, diğeri de gülme krizine girdi.
Öte yandan, Kristeva abjeksiyon kavramını bir dışlama olarak sunuyor. Çünkü kavram, özne ya da bir grubun kendi sınırını tehdit eden her şeyi dışlamasına yol açan psikolojik bir tepki olarak tanımlanıyor. Fakat dışlasak da, öznenin bütünlüğünü tehdit eden şey hiç bir zaman yok edilemez. Dışlanır ama sınırlarımda olmaya devam eder. Kristeva’ya göre iğrenç olarak gördüğümüz, kendi bedenimizden, benliğimizden ötelemeye çalıştığımız şeydir ve bu bilinçaltına aittir. Yani, abject olanı kendi içimizdeki yabancı ile açıklar. Dolayısıyla yabancı olgusu, bilinçdışındaki ben’i gizleyen bir semboldür ve yabancıdan korkmam demek, içimdeki yabancı korkusuna denk gelir. Bir anlamda öteki de, iğrenme ile ortaya çıkar.
Burada ise karşımıza çarpıcı bir tanımlama çıkar. “İğrenç kılan, yani öteki olan kirlilik ya da hastalık değil, bir kimliği, bir sistemi, bir düzeni rahatsız edendir. İğrenç, sınırlara, konumlara ve kurallara saygı göstermeyen şeydir.” Tiksinti duymamın nedeni, iğrencin ya da ötekinin benim konumumu işgal etmiş olmasıdır. Bu nedenle tehdittir varlığıma. Örneğin, ben bir radikal İslamcı’ysam, atesitlere uyguladığım dışlama ya da şiddet mekanizmaları aslında kendi içimdeki çelişkilere ya da inançsızlığa yöneliktir. Kendi kimliğimi zedeleme tehdidi olan her şey abjectir, ötekidir. Ama bunlar aynı zamanda kendi bilinçdışımda da kendimi normal olarak kurgulayabilmem için ötelemem gereken şeylerdir. Bugün etnik gruplara, dinlere, dinsizlere, LGBTİ’lere yönelik tutumları bu bağlamda değerlendirebilirim. Başa dönecek olursak, bedenimden attığım kan, idrar, kusmuk gibi atıklar benim temizlenip saflaşmamı sağlar. Onları atıp, unutmaya çalışırım. Kimliğim saf, steril bir şekilde inşa edilir ve dış dünyadan ayrışırım. Onu dışlayarak kendi sınırlarımı çizerim ve kimliğimi tanımlarım. Bir tür kusursuzluk ideali, abjecti dışarıda bırakır ama o yokken bile özne olarak bana tehdittir.
Kristeva, bu dışlama/ayrılma işlemini taklite dayalı, arkaik bir deneyim olarak ele alır. Bu da anne ve çocuğun ayrışmasıdır. Doğumla birlikte artık birbirlerinin uzamı içinde yer almayan ayrı varlıklara dönüşürler ve birbirlerinin abject’i olurlar. Birbirini dışarı fırlatarak, ayrı beden ve benliğe kavuşurlar. Bu kopuş, daha sonra dilde her an yeniden üretilir. Böylece, bu arkaik deneyim tüm kültürel sistemi ele geçirir. Dolayısıyla abject, bedensel atıktan daha geniş bir evreni ifade eder. Özne, simgesel düzen tarafından kurulur ve abject, öznenin bir ben’e dönüşebilmesi için, bilinçdışının gerisine itelenir ama ondan tam anlamıyla kurtulmak da mümkün değildir. Az önce saydığım kimi gruplar da kah ulus devletin, kah dinin, kah toplumun abject’leri olurlar.
Anladığım kadarıyla, abject olanı kusarak arınıyor ya da toplumsal alanda görmezden gelerek, gizleyerek, yok sayarak kendimi, kimliğimi müdafaa etmiş oluyorum. Öte yandan, kurt benim için iğrenç olabilir ya da böcekler. Ama x ülkesinde bir kabile için temel besin maddesi olabilir. Ya da mide bulandırıcı ceset, bazıları için şehit olarak kutsallaştırılabilir, ceset bir azizin bedeniyse de işin rengi değişebilir. Bebek kusmuğu ya da dışkısı da, yetişkinlerinkine göre ya da bir anne için abject olmayabilir. “Biz büyüdük ve kirlendi dünya.”
Kristeva iğrenç hakkında şunu da der: “İğrenç sapkınlığa benzetilir. İğrenç sapkındır, çünkü bir yasağı, bir kuralı ya da yasayı ne terk eder ne de kabul eder, ama onların yolunu değiştirir, onları yanıltır ve yoldan çıkarır, onları daha iyi yadsımak için kendi hizmetine koşar ve kullanır… İğrençliğin toplumsallaşmış figürü ise yolsuzluktur.” Faşizm ve toplama kamplarını da örnek veriyor Kristeva. Faşistlerin benden ya da Yahudiler’den iğrendiği kadar, ben ya da Yahudiler de faşistlerden iğreniyor olabiliriz. Son kertede ise Kabuk Adam’da da yerden yere vurulan modernlik, bastırma, kaçınma ve gizleme ile iğrençlikten kurtulmaya çalışır. Suçlular, underground kültürler vb… Tüm bu örneklere Kabuk Adam romanında çokça rastlıyoruz. Kabuk Adam’da, anlatıcı bir yandan mide bulandıracak kadar çirkin olan Tony’in kendisini öldürmesinden korkar, ama bir yandan da mide bulantısı eşliğinde ona kendi yaralarını anlatır.
Kabuk Adam
Şimdi kitaptan şu cümleyi alıntılıyorum: “Ancak bir katil peygamber olabilir ve insan bir başkasına aynı karabüyü ayinlerindeki gibi dönüşebilir. Çünkü insanın tam zıddı, yine kendisidir.” Bu cümle bana, Oscar Wılde’ın “her azizin bir geçmişi, her günahkarın bir geleceği vardır” aforizmasını hatırlattı ve zaten kitap boyunca değişim geçiren bir kadın karakterin durumunu takip ediyoruz.
“Anlatıcının, Kabuk Adam üzerinden kendini daha doğrusu modern bireyi sorguladığını düşündüğümden, bir metafor olarak düşündüğüm Kabuk Adam, anlatının sonunda anlatıcının kendi kabuğuna dönüşüyor ve fikrimi destekliyor. “Kabuk Adam bir muamma” diyor anlatıcı, evet çünkü insan bir muamma. Kitap abject diye nitelendirilenin, itilenin tam da kendisine dönüşme sürecini anlatıyor gibi. Sufizmdeki iyi-kötü kavramını da akla getiriyor biraz. Çünkü aslında iyi de, kötü de, canvar da, melek de sensin ve aslında karşında gördüğün senin yansıman. Anlatıcıya bir ayna oluyor, onu kendi içine çekiyor Kabuk Adam. “Beni kendimden çıkarıp yasak bir dünyaya, bir başka insana taşıyan yolculuk” diyor anlatıcı. Belki de ötekini severek, kendi içindeki yabancıyı, kendinin ötekisini seviyor, onunla barışıyor.
Yine, kitapta metafor olduğunu düşündüğüm köpek ve at da Kristeva’nın çalışmasında korku duyulan varlıklar olarak örneklendiriliyor; köpeğin ısırması, atın ısırması gibi… İlginç olan ve kendi fobime dair bulduğumsa, aslında köpek değil, ben saldırgan olduğum için köpek bana saldırıyor. X kişisi kendini beğenmiş değil, benim kendime güvenimle ilgili bir problemim olduğu için, rahatsızlık duyuyorum.
Anlatımda, modern dünyanın kutsal değerleri olan hırs, rekabet, başarı gibi özelliklerle donanmış bilim insanlarının alkol bağımlısı, cinsel açıdan tatminsiz, ispiyoncu, paranoyak, depresyon içinde olduklarını belirtiliyor. Dolayısıyla günlük hayatta çok ciddi ve normal görülen bu insanlar, fırsat buldukları ilk anda kuralsızlaşıyor, olabildiğince kendi dışlarına çıkıyorlar. Anlatıcının en yakın olduğu Maya karakteri ise kendisi gibi bir Akdenizli, diğer Avrupa ülkelerine görece daha az refah seviyeli bir ülkeden gelen bir kadın, sanatla ilgileniyor ve intiharı denemiş, aynen anlatıcı gibi. Ama anlatı içinde onun da modern değerlere teslim oluşunu ve bu nedenle ödüllendirilişini okuyoruz.
Kabuk Adam’da modernliğin zıttı olan, sözlü tarihe, anlatılmayanın, ötekinin tarihine vurgu var, vooodoo, ayinler, yapılar, Kızılderililer… Sanki sadece Kabuk Adam değil, içindeki tüm adalılar, adanın kendisi abject. Sokak çeteleri, gettoların genel özelliği olarak tanımlanan suç, uyuşturucu, şiddet, yoksulluk, siyah olmak belki. Terli bedenler ise anlatımda cinselliğe vurgu yapıyor ki, bu da aslında dönüşüm geçirmeden çok önce, anlatıcının sınırlarına ya da sınırsızlıklarına vurgu yapıyor. Kendi anlatımıyla: “Bu ada yoldan çıkmışların, katillerin, uyuşturucu satıcılarının toplandığı bir getto, bir cezalılar kolonisi miydi? Yoksa benim en uyumsuzları seçmekte olağanüstü bir sezgim mi vardı? Sanırım kendi içimdeki gettoda sadece umutsuzları ve yasadışı insanları barındırabiliyordum.” Bildiğimiz tropik ada cenneti, tümüyle değişime uğruyor. Kabuk Adam, adanın tümü, hatta bilim insanları… Onları ne kadar sert eleştiriyor ya da iğreniyorsa, kendisinden de aynı derece iğreniyor ve acımasızca eleştiriyor.
Öte yandan, anlatıcı kadının psikanaliz üzerine okuduğunu anlıyoruz, okuduklarından bahsederken ve cam fanusa benzettiği konferans salonu Slyvia Plath göndermesi gibi… Üstelik, Burçin’i takip ediyormuşcasına, Burçin’in geçen hafta anlattığı Anais Nin, Maya’nın okuduğu kitabın yazarı.
Bence anlatıcı ve Tony arasında uzun bir süre abject karşısında duyulan korku, tepki vb. hisler var. Tony ise vücut bulmuş hali abjectin “Gerçekten de çirkindi, boyu kısaydı, benden bile kısa ve kaburga kemikleri meydana çıkacak denli zayıftı. Yüzü inanılmaz derecede çirkin, çirkinden de öte korkunçtu. Kırık dişlerle dolu, ürkütücü bir yarayı andıran ağzıydı bunun nedeni ve çenesindeki anlayamadığım bir tuhaflık sıyrıklarla açık yaralarla dolu elleri,paçavralar içindeki cılız bedenini hiç bir kadın kolay kolay çekici bulamazdı.”
Korkuyor, abject ile karşılaşmada olduğu gibi ölümle çarpışıyor ama beklenenin tersine, Kabuk Adam tarafından öldürülmek istiyor ya da aslında korkma sebebi kendisinin de onu öldürebileceği ihtimali olabilir; geçmişte birini öldürmek üzere olduğunu anlatması gibi. Tony sanki kendi içinden çıkmış bir şey gibi.
“Geçmişini kusmak” olarak ifade ediyor Tony’e anlatımlarını ki Kristeva, kusmayı bir arınma kabul ediyor. Anlatıcının iğrendiği şeyler hakkında ise (abjectin değişkenliği diyebiliriz ya da belki kendisi abject olan biri için abject şeyler) akılcı, mantıklı yaklaşımlardan, ucuz sevgi sözcükleri kadar iğrenirim” diyor. Tony, kadına “korkularından kurtulmalısın, o zaman kendin olabilirsin diyor” ve çıkış yolunu gösteriyor belki de. Anlatıcı kadın giderek, abject olanın, yani Tony’nin dilini mistik, derin ve şiirsel buluyor. Tıpkı dans eden adalalıların vücutlarını bulduğu gibi… Ki kitapta en ilgi çeken şeylerden biri de bedenlere dair çok şeyin söylenmiş olması.
Anlatıcının cinsel problemleri var ve bunu ,cinselliğinin uyanışını “yara bere içindeki korkak bir sokak köpeği gibi yavaşça sokuluyordu benliğime, yoğun bir sıkıntı ve baş dönmesiyle birlikte” ya da “Tony ile bedensel bir yakınlaşmadan dehşetle korkuyordum” diyerek anlatıyor. Aslında abject karşısındaki bu tavrı, yani korkuyu yakışıklı çete liderine karşı duymuyor. Bana kalırsa, fiziksel özelliklerden ziyade Tony’de kendisini bulduğu için korku duyuyor. Tony’nin abjectliği ağzından ziyade, tümüyle var oluşunda.
Yine bir metafor olarak Silfid Balesi’nden bir perinin dokunulduğunda öldüğünü söylüyor ve Tony de “Mercanlar gibi” diyor. Anlatıcı, her şeyi kustuğunda, geriye kendisi kalıyor aslında ve birbirlerine dokunmuş oluyorlar, sınırlar kalkıyor. Bu yüzden büyü de bozuluyor.
İki karakter dışındaki diğerleri için abject örnekler: Anlatıcı, bir Adalı için şunları ifade ediyor: “Dişleri öylesine haraptı ki, akşamdan kalma hassas midemle, yüzüne bakmakta zorlanıyordum. Canlı bir yoksulluk anıtıydı adam, ağzından yayılan koku, açlığın, diri diri çürümenin kokusuydu.”
Sepet satan Thomas’a göre iğrenç: “Sen öyle iğrenç birisi misin ki, birini sırf sana vurduğu için öldüreceksin?” diyor. Demek ki sınırı öldürmek. “Thomas’ın duruşu, balgamlı bir tükürük gibi imgelmemime yapışıp kalmıştı” diyerek de abject’e dair sınırlarının genişliğini ya da barışık olduğunu belirtiyor.
Rüyasında yarı insan yarı köpekbalığı bir adam görüyor. Dehşet ve tiksinti duymasına rağmen, sevişmeyi bırakamıyor. Bedensel bir zevk alıyor, sarhoş edici bir çekim duyuyor ve midesi bulanıyor. Ada, ölüm ve cinselliğe dair her şeyi uyandıran dev bir maruhanna gibi…
Yine kendisinden iğrendiği bir örnek, Tony’e para uzattıktan sonra düşündüklerinde kendini gösteriyor. Bu olaydan sonra, anlatıcı da artık Tony için abject oluyor. Roller değişiyor ve biz bunu sadece Tony’nin bakışlarından anlayabiliyoruz.
KİMLİĞİN ABJECT’E DÖNÜŞÜMÜ MÜ, ÖZE DÖNÜŞ MÜ?
Anlatıcı,Türkiye’den Avrupa’nın en prestijli fizik okuluna kabul edilmiş genç bir kadın, anlatı boyunca yavaş yavaş abjeksiyona kaçışını okuyoruz. İntihar, hastalık, suç, gece, tecavüz, çirkinlik, bulantı gibi temalar hayatının merkezini işgal ediyor. Metin, bir anlamda modern bireyin parçalanışını, parçalanarak yeniden kuruluşunu ve bu süreçteki bir kimlik krizini anlatıyor aslında. Anlatıcı, “bilim insanı”, “güzel ve genç kadın” gibi nitelemeleri yıkmaya çalışıyor. Mesela, yaka kartını inatla takmaması bunun göstergelerinden.
Anlatıcı, büyük bir rekabet ortamında nefes alamaz bir halde, bir kimlik krizinin eşiğindeyken, Tony yani Kabuk Adam’la tanışıyor ve modern yerine doğalı, bilim yerine sanatı, gündüz yerine geceye kaçışı tercih ediyor. Ada ise buna imkan tanıyacak olanaklarla çevrili; müziğiyle, ayinleriyle, diniyle, doğasıyla, vahşiliğiyle, büyük kentten kaçış yolu ile…
Anlatıcı, yaralı ve katil Tony’e doğru çekildikçe, kimliğinin temelleri de değişime uğruyor. Başlangıçta, meslektaşları, akrabaları ve Türkiye’deki dostlarına göre övünülecek konumda olduğundan, çok başarılı olduğundan dem vuruyor. Oysa, başkalarının beklentilerinin ve düşündüklerinin tersine, anlatıcı bir bunalım içinde. “Oysa gerçekte ben, bunalımdan bir türlü kurtulamayan, hiçbir düşünceye, inanca ya da insana bağlanamayan, sürekli huzursuz, karamsar ve yapayalnız biriydim,” diye açıklıyor durumunu. Etrafındaki tüm bilim insanları insan taraflarını kaybetmişlerdir. Seks sadece bedensel bir ihtiyaç, arkadaşlıklarsa yüzeyseldir. Her şey yapay ve boğucudur. Yanlış yerdedir yani… Gizlice öyküler yazar, kitap okumaya zaman ayırmaya çalışır…. Anlatıcının abjeksiyon tepkileri ise Kabuk Adam Tony ile tanışmasıyla başlıyor.
Deniz kabuğu satarak hayatını kazanan Tony, çirkinliğiyle dikkat çeken biridir. Göğsündeki derin yara izleri ve kırılmış, dökülmüş dişleriyle korkutucu bir görünüme sahip olan Tony, Julia Kristeva’nın abject tanımlarının tümünü üzerinde taşımaktadır. Daha sonraları eklenen katil ve suçlu sıfatlarıyla da tam bir örnektir. Tony, anlatıcıya, anlatıcının kendi içindeki vahşiyi ve karanlığı hatırlatır, kendisinden kopup çıkmış bir şey gibi. En önemlisi ise, anlatıcının tüm sınırları alt üst eder. Anlatıcının söz konusu sınır ihlalleri karşısında gösterdiği tepkilerle, Kristeva’nın açıkladığı abject karşısında gösterilen tepkiler arasında benzerlik var. Şöyle diyor anlatıcı:“Kendimi toparlamaya çalışıyordum, ama sırtımdaki ürpermeler, kollarımınve bacaklarımın uyuşması, hepsinden de kötüsü, başımdaki kurşun ağırlığı birtürlü geçmiyordu. Düşünüyordum. Bu tepkiyi gerçekten neye göstermiştim veniçin? Akşamüstü, kumsalda yaşadığım dehşeti dışavurumuna indirgemeydibu, çok daha eski ve köklü bir korkunun açığa çıkışıydı. Beni böylesine yeresavurabilen korkunun nesnesi ne olabilirdi ki?”
Şimsa’ya göre, anlatıcının bahsettiği “çok daha eski ve köklü” korku, abject teorisindeki geriye dönme, sembolikten öncesine dönme korkusu olarak görülebilir. Katı sınırlarıyla kendini belirlemiş olan anlatıcı, dilin elinden alınmasıyla tehdit edilmektedir. Dil onu terk ettiği anda ise içgüdüsel olarak ortaya çıkan bedensel tepkiler devreye girer. O halde Tony, abject bir imge olarak karşımıza çıkıyor. Anlatıcı, abject varlık karşısında direnen ve büyük dehşet duyan özneler gibi Tony’e karşı büyük bir korku besliyor. Ona olan hislerini “Ömrüm boyunca kimseden böylesine korkmamıştım,” diye açıklayan anlatıcı, bütünlüklü karakterinin tehdit edildiğini, abject bir sınır ihlalini görüyor.
Ana karakter, Tony’e tüm çirkinliğine rağmen derin bir yakınlık da duyuyor. Anlatıcı, Tony’nin karanlığında kendi karanlığını dillendirmeye başlıyor. Batılı bilim meslektaşlarıyla yaptığı konuşmalar, yüzeyseldir. Kendi geçmişi, acıları ve yaralarını onların anlamayacağını bilir. Bu nedenle onlarla gerekmedikçe konuşmaz, susar. Oysa geçmişte uğradığı tecavüzün etkisini hala üzerinden atamamış olan anlatıcı, Tony’nin yara izleri ile kendi kişisel geçmişi arasında bağ kurar. Aralarında ortak bir dil oluşur; yaranın, dışlanmışlığın ve yabancılığın dili.
Tony içgüdüsel hareket eden bir karakterdir. “Durmadan geç kalan, birkol saati” olmayan Tony, saatlere ve kurallara göre değil hislere ve hazlaragöre hareket eder. O güne dek alıştığı, her şeyin belli kurallara ve bellizamana göre işlediği laboratuar ortamının karşısına, adanın tehlikelerle, katil ve hırsızlarla dolu sokakları, tehlikeli denizi ve insanları koyulur. Ada suçun,hastalığın ve gizemin mekânıdır. Tony bir katildir. Anlatıcının barda dans ettiği Faray kokain satıcısıdır. Tüm bu kaos ortamında ise anlatıcı kendini, kendi benliğinihiç olmadığı kadar hissetmektedir.“Gölgelerin bulunmadığı ama hiçbir şeyin net, açık seçik olmadığı bir dünyaydı bu. Soyut kavramlara, kesinliğe, kuzey iklimlerinin çözümleyici düşüncesine yer olmazdı burada; insanı keskinleşmiş ve arınmış duyumlarıyönlendiriyor, gerçekliğe alışılmadık, dolambaçsız, bambaşka bir yol çiziliyordu. Duyumsayarak yaşamak. Kemiklerini eritircesine ısıtan güneşi, yağmurun küçük, serin parmaklarını, bedenimi sıcak bir dil gibiyalayan rüzgârı hissetmek. Rengi hiç solmayan gökyüzü altında, bedenini keşfetmek, onunla var olmayı öğrenmek…”
Dönüşüm ise kendini asıl, tropik vahşi adadan New York’a döndüğüde gösteriyor. Artık anlatıcının kendisi abject oluyor. Suçlular, tehlike, karanlık, uyuşturucu, sabıkalılar, etnik azınlıklar, politik suçlular, geceler… Toplumun abjecti. Artık gündüzleri fizik laboratuarında çalışırken akşamları suçluların arasına katılır. Özgürlüğü onların yanında bulur. Toplumun dışladığı her şey, onun başarılı, genç kadın sınırlarını paramparça eden her şey, artık onu özgürleştirmektedir. Tam bir dönüşümü geçirdiği için artık metafora dönen Tony’nin bedeni ona çirkin ya da iğrenç gelmez artık. Yaralarını öpmek, terini koklamak istediği bir imgeye dönüşür Tony. Okuyucuya da sınırlarını sorgulaması için, kendi içindeki tehlikeli adada bir yolculuğa çıkmasını önerir.
*Gazeteci,Yazar