Hasan Pekmezci.*
İrez Ana köyün en yaşlılarından, bütün köylülerin iyi bildiği tipik bir Anadolu kadını. Köyde eşinin adını, sanını, işini, gücünü bilenin pek olmadığı, bu nedenle sadece kendi adıyla, sanıyla bilinen ve tek başına yaşayan, yaşlı mı yaşlı bir ana. Bunun nedenlerini hep düşünmüşümdür ama bir sonuca da varamadan. Kendine yetkinliğinden, mücadeleciliğinden, dirayetli bir ana oluşundan mıdır, demekten başka. Köyümüzde birkaç başka aile de böyle anılırdı çocukluğumuzda. “Deli Güssün’ün oolu Arif” gibi. Arkadaşım Cengiz’in babası için de, “Emine’nin Amet” denirdi; sevdiğimiz, saydığımız Bakkal Ahmet Amca için. Onların gelinleri, torunları, oğullarıyla çok kalabalık olan evine çok sık giderdim, hatta İvriz’e gitmemde aile olarak bana sahip çıkmaları, kollamaları, destekleri her daim aklımdadır. İrez Anamız bunlardan daha yaşlıydı ve kocaman, kırık dökük evinde tek başına yaşıyan, bütün ihtiyaçlarını kendi yerine getiren, tek başına pek çok erkeğin alamayacağı kararları alabilen yetkinliği ile özel bir yere sahipti kuşkusuz.
İrez’in Hatma, İrez’in Aşa adlı iki kızı ve İrez’in Hüsiiin adlı bir oğlu olduğunu bilebilirdi ancak köylüler. Hüsiin yıllar önce Beyşehir’e taşındığı için ben de adını biliyorum sadece. Anasını görmek için köye geldiğini de görmedim hiç. Hatma büyük kızı, benim de anamın anası. Bizim anlatımla benim “gocaanam”. İrez ana da gocanamın anası olduğu halde ben ona da “gocana” dedim hep. Kızı Ayşa da anamın teyzesi.
İrez’in Hatma bu öykümüzün konusu zaten.
Hatma gocanam, babamın halası ve köydeki sanıyla Deli Güssün’ün tek oğlu olan Akif’le evlenir ya da evlendirilir, 1900’lerin başında. Bu evlilikten anam Zera (Zehra) doğar. Tam da Osmanlının en zorlu yıllarıdır bu yıllar. Arkasından “Kutsal İsyan” ya da “Ulusal Kurtuluş Mücadelesi” bu ülkenin. Akif bu kaotik ortam içinde savaşlardan birinde ölüverir. Babasını görememiş bir kız evlatla dul kalmak denen acılı, sancılı bir yaşam başlar Irez’in Hatma ve yetim kızı Zera için.
Köylük yerde dul kalmak bütün eli cebindelerin fırsat kolladığı bir ortam demektir, Anadolu’da. Bu nedenle İrez’in Hatma köyden Çakalın Hasan adlı biri ile evlendirilir; Zera da üvey babalı bir kız olur böylece. Babasını görmeyen Anam Zera üvey babasını bu nedenle baba sayar. Bu ikinci evlilikten önce Fevzi dayım, ardından Vasfiye, Mukaddes, Musa adlı çocukları doğar. Arada ölenler mutlaka vardır buralarda; bilirim çeşitli örneklerinden. Benim için belki en ilginç olanı, anam 1950 yılında öldükten sonra Gocanam bir doğum daha yaptı, belki on yaşlarındaydım ben. Gocanamın yaşı da kimse inanmasa bile hesaplar ortada, ellinin çok üstündeydi. Hatta köyde çok kınadılar, çok çekiştirdiler, önünden, arkasından. Çocuk halimle ben anlıyordum bunları. Kıs kıs gülüp, dedikodularını yaydılar. Ona, rahmetli anamın adını verdiler: Zera (Zehra). Yani benden on yaş küçük teyzemin adı oldu bu kez. Dahası Fevzi dayım evlendikten sonra birkaç oğlu ve ardından bir kızı doğmuş; ben yatılı okullardayken, ona da çok sevdiği ablasının, yani anamın adı verilmiş. Böylece ailede üç Zera adı.
Yıllar sonra bir gün Almanya’da Köln kentinde kaldığımız bir otelde en büyük Zera’nın oğlu olarak ben Hasan; teyzem Zera ve dayımın kızı Zera ile bir araya geldik. Teyzem Zera’yı çocukluğundan beri görmemiştim ve dayımın kızı Zera’yı ilk kez görüyordum. İçin için ağladım, bir yanda da Şükran ağlıyordu, elimizde olmadan.
Konu nerelere taşınıverdi birden, anı bu. Art arda giriveriyor sağdan soldan; akla geliverenler, insanın her zaman açık olan duygu dünyasına.
*
Zera kız, belli yaşlara gelince bir yığın taliplisi çıkar, pek çok köylü kızın yazgısı gibi. Hem bir an önce başgöz etmek, hem üvey babalı, çok işli, çok kardeşli, kalabalık evden kurtulması için Deli Güssün’ün kardeşi Hasan Efendi’nin yetim oğlu Amet’le evlendirilir.
Zera, üvey babalı bir yetimdir ama Amet de babası Hasan Efendi’yi görmeden kaybetmiştir zaten. Yetimdir, üstelik anasını da yedi yaşlarında kaybettiği için amcası Alaa’nın yanında sığıntıdır ve onun oğularından biri sayılır zaman içinde. Bu nedenle de köydeki sanı “Alaa’nın Amet” olur, çıkar. Babası Hasan Efendi unutulur gider.
Alaa’nın Amet “İmam olsun” diye yetiştirilmiştir, hacıların, hocaların yanına gönderilerek. Köylerde buğday, nohut, mercimek, arpa karşılığında imamlık için.
Alaa’nın eski evi bunlara verilir. Yaşlı mı yaşlı bir ev. Duvarları bel veren, “yıkıldım, yıkılıyorum” diye inleyen bir harap ev. Ama evdir sonuçta, bir yetim aile için. Bu evlilikten Dudu kız doğar. Amet’in anasının adı konur, köy geleneğiyle. Dudu iki yaşlarına gelmeden ölüverir ne yazık ki. İkinci Dünya Savaşı’nın en karanlık, en karmaşık, en yoksul günlerinde. Bu aynı zamanda bir başka yıkımdır hem Zera, hem de Amet için. Ardından Hasan doğar. Amet’in babasının adıdır Hasan; yani dededen toruna ad. Köyde adı Hasan Efendi olan ve hep efendi bir insan olarak tanımlanan dedenin adı. Hasan’dan sonra Zera’nın babasının adı ile Akif, üçüncü olarak da Zeki doğar. Böylece babayı perişan eden güzelim bir kız gider, üç oğlan gelir eve.
Amet köylerdedir hep. Neredeyse karın tokluğuna bir imamlık. Üç dört ayda bir gelip giden bir koca, bir baba durumundadır. Bütün yük gariban Zera’nın omuzlarındadır, zorunlu olarak. Viran bir ev, bağ, bahçe, keçiler, odun, ocak, yakacak, yiyecek. Çırpınır durur Zera, bunlar için. Bu yetmezmiş gibi her gelişinde çeşitli bahanelerle bir yığın dayak atar gider, Amet Zera’ya. Olur olmaz şeyler yaratır dövmek, hırpalamak için. Bunların hepsinin tanığıdır artık Hasan. Her yaşadığı aklında, beyninde birer acıdır, travmadır anasını çok sevdiğinden. Elinden bir şey gelmeyen bir çocuktur nihayetinde. Zaman zaman bu dayakların kendisine döndüğü de oluverir acımasızca.
*
Babamın bu acımasızlığının, özellikle anama yaptıklarının nedenlerini sorguladım, durum ilkgençlik yıllarımdan itibaren. Bütün mesele anamın birçok taliplisinin bulunması ve bunlar içinden babamla evlenmesi, evliliğin ilk yıllarında çeşitli kıskançlıklara, hınç ve öç alma çabalarına dönüşür. Bir gün Köy camiinin çeşmesinde, alaca karanlıkta abdest alırken arkadan yaklaşılarak bütün yüzü jiletle lime lime doğranıverir babamın. Bu belki de onarılmaz bir travmadır babam için, hayatı boyunca unutmadığı ve her aynaya bakışta yaşadığı. Bu olay anama karşı “senin yüzünden” düşüncesini tetikleyen bir ruhsal dengesizlik yaratmış olabilir. Bazı köy gerçekleri vardır ki apayrı, tanımlanamaz, açıklanamaz etkiler yaratır insan üstünde. Kim bilir ne çöküntü yaşadı, o yılların dar, kapalı yaşam ilişkileri içinde babam…
*
Bu sevgisiz ortam ve üç küçük çocuklu bir ananın çırpınışları Zera’yı yorar, yıpratır erkenden. 28 yaşında bilinmezlere uçuverir. Çiçek düşkünü ve özellikle karanfil yetiştirmeyi çok seven Zera hem çiçeklerini, hem de çiçek gibi yetiştirmeye çabaladığı üç yavrusunu geride bırakarak. Bir yaşlarında Zeki, üç yaşlarında Akif ve 5 yaşlarında Hasan, anasız kalıverirler bu acımasız ortamda. Zera ana gitmiştir; darmadağın bir aile kalır ortada. Hayatın bütün zorlukları, bütün sıkıntıları, bütün acıları bundan sonra daha da artar herkes için. Zeki bebe bir süt ana bulunarak ona teslim edilir. O sıralar çeşitli söylentiler de yayılır. “Alaa’nın Amet yetiştirme yurduna vereceemiş bebelerini, şeerde” Kim bilir ne gibi baskılar, yönlendirmeler, kahvehane konuşmaları yapıldı ki Akif’le Hasan doğru İrez’in Hatma’nın yanına.
Zaten kalabalık bir evdir burası. Yatacak yer bile yoktur doğru dürüst. Yetişkin çocuklar da aynı odada sıkış-tıkış yatmak zorundadır, ana-baba ile. Ahır, samanlık üstü bir oda, yanında küçük bir kiler, depo. Samanlığın yanında küplük, küpeciklik. Akif farkında değildir bunların, onun için oyun gibidir, her şey; belki anasızlığın bile farkında olmadan. Ama Hasan için her şey bir ağır yüktür; baskı unsurudur; onu ezen, cendereye alan bir sığıntılık. Verilen, verilmeyen, gücünün yettiği, yetmediği her işe koşturur; durur, dedesinin gözüne girebilmek için. Ayrıca en çok da gocanasına söz gelmemesi için.
*
Zera’nın ölümü üstünden çok geçmeden babam bizi almaya geldi, “eve götüreceğim çocukları” diye. Gocaanam hiçbir şey demedi, dedem “nasıl bakacaksın Amet bu çocuklara” dedi sadece. Süt anadan Zeki’yi de alıp üç çocuk bomboş bir eve getirildik. Akif işin oyun tarafında, neden, niçin gelip gidiyoruz diyecek halde değil. Zeki ise süt bebesi. Bütün sancı bende, ağlamak, ağlayamamak arasında tıkanıp kalmış bir oğlan çocuğu. Babam “şurda sofra örtüsü var, onu ser, yufkalar var içinde” dedi bana, sertçe. Serdim, yarısı kurumuş, yarısı kırpık kırpık olmuş yufkalar vardı içinde. “Tencereyi de getir” dedi. Ocakta kapkara bir tencere vardı, ortaya getirdim; içinde bulgur pilavı. Oturduk yemek için. En küçüğümüz Zeki benim kucağımda, tek başına oturması, yemesi mümkün değil. Ben lokmayı çiğneyerek ona yedireceğim, daha önceden bildiğim bir şey, bu anamdan, gocaanamdan gördüğüm. Akif yanımda, babam da tam karşımızda. Hiç birimizde ses seda yok, soğuk, kara bir gün. Dokunulsa ağlayacağım bir manzara. Topu topu 5-5.5 yaşlarında bir çocuk. Yufkayla tenceredeki pilavdan bir parça almaya çalıştım, pilav alınmıyor. Akif de alamadı zaten. Babam uzandı, o da aynı. Pilav taş gibi olmuş ya da biriket. Almak, yemek, yedirmek ne mümkün. Belki de babamın hayatında pişirdiği ilk yemekti, kim bilir. Bizi gelecek diye hazırlamış önceden.
Babam bir bana baktı, bir kardeşlerime “yüzünde hiç görmediğim bir acı. Bir çaresizlik. “Galkın, toplanın gidiyoruz, gocaana”. Tencere içindeyken, sofra örtüsünü bağladım. Bir lokma birşey bile yiyememiştik. Apar topar bizi aldı, tekrar aynı gün gocaanamlara, Zeki’yi de süt anaya. Gocaanamın bizim perişan olacağımızı sezen üzüntüsünün yerinde belli belirsiz bir “iyi oldu, geldiler” memnuniyeti…Akşam bizi evde görünce hiçbir şey demedi dedem.
*
Gocanasının bir gözü Çakalın Hasan’da, bir gözü bu iki yetim üzerindedir hep. Bu nedenle çırpınır durur, eşinin gözüne girmek, bu iki çocuğun yüklüğünü sezdirmemek için ama yine de yaranamaz. Sık sık azar işitir eşinden. İşten, güçten, tarla tapan koşturmaktan bir deri bir kemik torbası durumuna düşmesine rağmen. Her gün geç vakit eve gelinir; bağ, bahçe, tarla-tapan işlerinden. Evdeki çeşitli işlere koşturmaları yetmezmiş gibi ıstarın başına oturur; çul, çuval dokur, gece yarılarına kadar. Istarın ipleri üzerine düşen kafasını zorla kaldırmaya çalışarak, bitkin hale gelinceye kadar. Hasan onu ıstarın iplerine kafası düşmüş halde uyurken çok görmüş, içi paralanmıştır her defasında. Çünkü Gocanasının kendileri için nasıl bir yük altına girdiğini, nasıl bir eziklik yaşadığını hissedebilmektedir, çocuk haliyle kendisi zaten bunu yaşadığından.
Istarı ve dokumaları, onu evde eşine karşı koruyan önemli işlerden biridir. Burada dokuduğu çul, çuval, heybe ile üç beş kuruş gelir gelmektedir eve. Konu, komşu sırada bekler bu dokumalar için. Gelen para, tuz, şeker, zeytinyağı, kızlara öteberi almak ve eşinin ve büyük oğlunun kahve harçlığı olarak can kurtarıcıdır. Köyde böyle dokuma işi yapan pek bulunmamaktadır zaten. Tarla, bağ, bahçe, ahır, samanlık, üzüm, pekmez, bulgur, tarhana işleri olmasa bu dokumadan iyi para alması mümkündür ama köylük yerde bunlar yapılmadan da yaşanması mümkün değildir ki.
*
Istar, benim için başka anlamlar, anılar da taşır. Kalabalık evde benim yatma yerim bu ıstarın arka boşluğu olduğundan. Duvara yaslanan ıstarın arkasında üçgen bir dar alan bulunur. Burası hep benim yatma yerim olmuştur, kış günleri üşümesinler diye yanıma kuzuların ve oğlakların da verildiği, hasır serili bir özel yer. Onlara sarılır yatardım, küpelerini, kulaklarını oynardım. Yatak yorgan hak getire.
*
İrez’in Hatma sabah ezanı ile ayakta olmak zorundadır, herkesten önce. Yattığı yer şiltesinden bir dakika bile geç kalkması sabahın köründe azar işitmesine, beline bir tepik yemesine neden olabilmektedir. Bu nedenle ezanla birlikte top gibi fırlar yerinden. Günün işlerine o hızla girmek zorundadır, taa gecenin bir yarısına kadar.
Tipik bir Anadolu kadını özverisiyle yaşar her gün; Irez’ın Hatma. Yemeyen ve yediren, gözü çocuklarında, eşinde, aklı işinde, sürekli üretim içinde didinen, çırpınan, yırtınan bir ana. Üretmek işi gücüdür. Yemek, temizlik, ahır, samanlık ve bir yığın iş. İnsanın bedenini eriten, yaşam denen nimetin sadece bir yanını gösteren, diğer yanlarının farkında bile olmasına fısat vermeyen bir ölüm-kalım mücadelesi. Kendi karnının doyup doymadığını düşündüğünü sanmadığım bir anadır İrez’in Hatma gocanam. Bir gün bile doyduğunu sanmadığım.
Yine bir gün Alaa’nın Amet, yani babam çıkageldi, harman yerine. Ben toz toprak içinde döveni sürüyordum. “Çocukları götüreceğim, evlendim”. Çakalın Hasan “dedem madem öyle, al götür” dedi, hiç soru sormadan. Canına minnet…Gocaanam yüzünde acıların acısı yüzünü göstermemek için arkasını döndü, dudaklarını ısırdı sadece. Yüzümüze bakamadı. Sanırım en çok “evlendim” sözü üzerine. İlk göz ağrısı rahmetli kızının evine gelen bir yabancı kadındı sözü edilen. Ya kızının emanetleri. Bizim bundan sonra daha çok çekeceklerimizi hissettiğinden. Süt anadaki Zeki’yi de aldık giderken, Akif ve ben ne olduğunu bilmediğimiz, ne olacağını da bilemeyeceğimiz yeni bir yaşama paldır küldür götürüldük. Bir yıldır girmediğimiz, görmediğimiz ana ocağımıza. Bir zamanlar anamın evinde tanımadığımız bir kadın vardı şimdi. “İşte yeni ananız, bundan sonra ana diyeceksiniz, haaa”. Bu söz daha çok benim içindi, bana yönelikti doğal olarak.
Zeki ne bilsin, anasını nereden tanısın ki. Akif hemen ana demeye aç, hazır. Ben altı yaşlarındayım, daha da farkındayım bazı şeylerin, diyemedim, “Ana desene len eşşoğlu” sesi yankılandı kulaklarımda. Hiç sevemediğim, iğreti gülüşlü, çiyan bakışlı bir yüz. Nasıl “ana” derim, demedim. Bugün bile ona benzeyen bir kadın görsem, yolumu değiştiririm, yüzünü görmemek için. Ona benzer bir yüze bile tahammülüm yok, demek ki ne berbat bir travmaymış benim için.
*
Her günü anlatılmaz, sıkıntı dolu bir sürecin yaşanmasıdır, üvey analı günlerimiz. Hayat hem kardeşlerime hem de bana acımasız oyunlar oynadı durdu, daha küçük yaşlarımızda. Zeki bebe dayanamadı bu sürece, bakımsızlığa, açlığa, dayağa. El kadar bebe dövülür mü? Bu yüzdan hiç “ana” diye ağlamadı, bir kez bile duymadım; hep aga aga” diye benden yardım bekledi, aş bekledi. Birkaç ay içinde gidiverdi, anamızın yanına. O yavrunun “Aga, aga” sözleri, sesleri ve yüz ifadeleri çocuk halimle beynime kazındı, bugün de kulaklarımdadır, gözlerimin önündedir. Bir iki yıl sonra Akif kardeşim yine ilgisizlikten, evden uzak durma isteğinden, bir kaza ve sonrasında anlatılmaz cehalet örneği bir durumda hayattan koptu gitti.
Ben yapayalnız kalıverdim.
Bir yanda üvey ananın cenderesi, bir yanda anasızlık, kardeşsizlik. Analığın hiç umurunda değildi yaşananlar. Her fırsatta bana dayak attırmak için uydurmadığı suçlar kalmayan bir yaşam. Kimi zaman babam pata-küte dövmeye başlardı. Her zaman ilk ilk sözü “eşşolu…” ne olduğunu, neden dayak yediğimi bilmeden. Babamın kocaman elleri vardı, kürek gibi derler ya. Boyu, kolları uzun mu uzun bir adam. Vurdu mu yere yapıştırırdı beni.
Böylesi durumlarda ilk koştuğum yer zorunlu olarak her fırsat buluşumda gocanamın yanıydı. Bu evde, onun yanında, ona sığınma ihtiyacı; sığıntı olmama rağmen. İlkokul ikinci sınıftaydım, bu kez yalnız olarak gocanamın evindeydim, analıktan kaçarak. Bazı aylar da benim için ayrı anıların bulunduğu İrez gocanamın evinde, Onun arkadaşı.
Gocanamın evinde sofraya her oturduğumuzda en geride duran bendim. Elimi yufkaya, yemeğe uzatmaktan alabildiğine korkan, çekinen biri. Bu nedenle de herkes beş on lokma alırken, ben bir lokmayı zor alıyordum. Her zaman aç kalkardım, elimde olmadan. Gocanam bir zaman sonra bunun farkına vardı ya da farkına vardığı halde çözüm olarak yeni keşfetti ki yufkaları kimseye sezdirmeden benim önüme doğru itelemeye başladı. Baktı ki bu da işe yaramıyor, çünkü ben sadece önüme itilen kuru-katıksız yufkayı yiyorum, yemeğe uzanmıyorum; yeni bir yol buldu.
“Hadi get, sen içerde tencereyi sıyır”… İçeri dediği şey kiler, ocağın yanı, bulaşıkların olduğu yer. Oradaki tencerenin dibinde fazlaca yemek artığı bırakmak. “Tencereyi sıyır” bana ayrı bir yemek demek. Ben oraya koyduğu yufkalarla bu tencereyi yalamışcasına sıyırırdım, kimse görmediği için.
*
Aradan 60 küsur yıl geçti. Anı bu ama nasıl kalıcı bir iz bırakmışsa, hala tencere dibi sıyırırım evimizde. Mutfağımızda, masamızda ne kadar yemek olursa olsun, sıyırırım tencerenin dibini. Tabağımı sıyırırım ayrıca, kural, görgü-mörgü dinlemem. Anılarım baskındır, çektiğim, yaşadığım, yokluklarım, sıkıntılarım, acılarım görgüden ya da kibarlık gösterisinden daha baskındır benim için.
Her yere, misafirliğe gitmek, oralarda yemek yemek, benim için ayrı bir sıkıntı, ayrı bir işkence demektir. Çok zor giderim, çekingenliğim had safhada olur, yiyemem, içemem, neredeyse. Evine gittiğim, yemeğine oturduğum evler nadirdir, bu yüzden. Alabildiğine pasif kalırım, oturduğum yerden kolay kolay kalkmam, çok sevsem bile bir yemekten ikincisini kesinlikle isteyemem. Önüme ne konursa onunla yetinmeye çalışırım. Bereket Şükran takiptedir sürekli, kızlarım da takiptedir ve gerekli özeni gösterirler, huyumu-suyumu bildklerinden.
Kimsenin evinde yatıya kalmam; kızlarımın, damatlarımın evi dahil. Önceden mutlaka bir misafirhane, öğretmenevi, otem-motel bulur, öyle giderim İstanbul’a giderken. Birinin evinde veya kızımda kalmamak için. Bir düğün için İstanbul’a gitmek zorundaydık, Şükran’la birlikte. İstanbul Üniversitesi’nin Baltalimanı tesislerinde hem kendimiz, hem de onlar için yer ayırttık, Biz oraya gittik, onlar da oraya geldiler, Birlikte kaldık. Bir başka sefer de Hakimler Evinde aynı şeyi uyguladık. Kızımız ve damadımız için de ayrı bir değişiklik oldu bu uygulama. Küçük kızımızın doğumu için biraz uzunca bir süre gitmek zorundaydık İstanbul’a. Bostancı köprüsü üzerinde Tedaş Misafirhanesi’nden yer ayırtıverdi bir arkadaşımız, bir aya yakın orada kaldık, evimiz gibi saydık orayı. Sabah kızımıza gidip, akşam buraya dönerek, her gün. Bazı akşamları kızımızdan sonra Kadıköy taraflarına doğru bir gezi de yaparak. Şükran da benim bu yönümü yeterince anladığından ısrarcı olmaz, seve seve kalırız ikimiz de, buralarda.
Öteki türde çektiğim sıkıntının ağırlığı ezer beni. Bu durum öyle bir patolojik hal alır ki büyük kızımızın Ankara’daki evine bile giderken elim ayağım dolaşır, bahane üretmek için söylemediğim, uydurmadığım hikaye kalmaz. Bu durum elbette benden kaynaklanan bir kalıtsal iz. Atamadığım, satamadığım, izah bile edemediğim bir hal. Kızlarım ve eşleri ne yapacaklarını bilemezler bizim için, bizim mutlu olmamız için. Ama ben yenemedim bu duyguyu bir türlü. Onların beni anlamaları, hoş görmeleri tek beklentim, her zaman.
“Tencere dibini sıyırmak” terimi bile beni bir yığın anı içine çeker götürür; görüldüğü gibi…
*
Kimsenin böyle durumları yaşamasını istemem mümkün değil elbette; yine de tabak tabak yemek artıkları, gösteri adına yapılan hovardalık derecesi döküp saçmalar beni hala üzer, yaralar. Çöp kutuları yanında gördüğüm her ekmek parçasının benim yüreğimin sökülüp oraya atılmışcasına acı verdiğini söylemeden geçmemeliyim. Bunun altında elbette çocukluğumun açlık günleri, gocanamın yemeden yediren, bir gün bile karnı doymayan, bir deri bir kemik halinin gözlerimin önünde olmasıdır. İstanbul’da çektiğim açlık günlerimdr. Bir köşeye atılmış ekmek atıkları içinden topladığım ve yemek zorunda olduğum… Çağımız tüketim ekonomisi üzerine kurulu. Olsun varsın. Biz en azından benim gibi binlerin, milyonların hala var olduğunu, hala karnı doyması gerekenler bulunduğunu düşünecek bir duygu atmosferi yaratmak zorundayız. “İNSANOĞLU YEDİĞİ, YİYEBİLDİĞİ, GİYDİĞİ, GİYEBİLDİĞİ ORANDA İNSAN DEĞİLDİR; DÜŞÜNDÜĞÜ, SORGULAYABİLDİĞİ, YARATABİLDİĞİ, YAŞATABİLDİĞİ, ÖZDEŞLEŞEBİLDİĞİ, PAYLAŞABİLDİĞİ ORANDA İNSANDIR” inancı temel ilkemiz olmuştur her zaman, bizim aile olarak. Ama taaa var olduğu günden bu yana “insan” tanımı ve “kamil insan” kavramı zaten böyle bir temel üzerine kurulmamış mıdır?
Özümüz özümüze, gözümüz gözümüze, yüreğimiz yüreğimize…
Burada bir not düşmem gerek: Ben ilk kızıma anamın adını veremedim nedenini bilmediğim bir çekinceyle. Bunun nedeni babamın ilk kızına anasının adını vermesi ve onun da iki yaşına gelmeden ölüvermesinin bilinçaltımda yer almasıdır sanırım.
*Prof. E. Akademisyen, Sanatçı, Yazar