Dünya Ağrısı ve Erleichda

Defne Suman

Ayfer Tunç’un kitabıdır Dünya Ağrısı. Beni etkileyen tüm kitaplar gibi onu da en az üç defa okudum. Yazar, biçimi ve içeriğiyle madem beni etkilemiştir, bunu nasıl yaptığını anlamak için sevdiğim kitapları sar baştan okurum. O dünyayı nasıl kurmuştur, kurgunun yapısı, diyaloglar nasıl ilerler? O atmosfere benim de girmem için hangi yollara başvurmuştur? İkinci ve hatta üçüncü okumalarda bunları keşfederim. İlk okuma kaba temizlik gibi bir şeydir. Esas lezzet, şimdi ne olacak merakı dindikten sonra damağa yayılır. Metaforlar ve yazarın hüneri, incelikleri ve zekâsı, diğer edebi yapıtlara göndermeler, kısacası romanın, öykünün ruhu ancak tekrar okumalarda ortaya çıkar.

Ayfer Tunç’un bir atmosferden yola çıkarak yazmaya başladığını biliyorum. Belki bu yüzden, belki de tanrı vergisi bir iç/dış gözlem kabiliyeti sayesinde bu konuda çok başarılı. Atmosferi ben de önemserim. Bir romana, bir öyküye başlamadan önce benim de hayalimde ilk beliren şey tüm hisleriyle bir sahnedir. O sahnede kimlerin yer aldığını bilmesem bile, başladığım hikâyenin neyi anlatacağını hayal meyal o atmosferin verdiği ipuçlarıyla sezerim. Doğum sahnesiyle başlayan ve bebeğin yitirişiyle açılan Emanet Zaman’ın bir kaybın içinden sancıyla doğan bir kentin (kozmopolit Smyrna’dan ulusal İzmir’e) hikayesi olacağını hissediyordum. Şimdilerde de muhayyelimi ufak ufak dürten bir imge var: Tarlabaşı’nda bir bina. Terk edilmiş. Yıkılmak üzere. O boş binadan içime dolan hislerden başka bir ipucum yok. Hayır, bu doğru değil. Elimde bir şey daha var. İki yıl: 1986 ve 1964. Bu kadar. Bir romana başlamak için yeter de artar bile.

Ama şimdilik o roman dursun. Durduğu yerde pişsin. Dinlensin. Demlensin. Bu imgeler bir defa düştü mü insanın aklına, hayat ona durmadan malzeme yollar. İşaretler. O döneme, o konuya ait sorular, fotoğraflar, yazılar, kitaplar, anılar başlar yağmaya. O kadar ki, bu hikâyeyi benim dile getirmem tanrıların arzusu (veya lütfu) demeye gelirsiniz. Ben şimdi oralarda bir yerdeyim. Başka bir kitap yazıyorum aslında. Şimdi size ipucu vermeyeyim. Tohumu muhayyileme geçen yaz düşen bir hikâye. Korona pandemisi de, işaret mi istemiştin, al sana işaret, derecesine geldi, bu hikayenin yazılış döneminin ortasına bomba gibi düştü. Kitap çıkınca siz de ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ben sadece Margaret Atwood’un Antilop ve Flurya (Oryx and Crake) adlı romanıyla konuşan bir öykü yazmak istemiştim. Tanrıların planı başkaymış. Nihayetinde ortaya çıkan eseri bu sene bitmeden siz de okuyacaksınız diye umuyorum.

Ayfer Tunç’un Dünya Ağrısı‘nda okuru çarpan ve hikâyenin çekirdeği diyebileceğim bir sahne vardır. Kitap elimin altında değil, içimde kaldığı haliyle size aktaracağım. Romanın ana karakteri Mürşit ki tüm hayatı boyunca dünya ağrısı dediği şeyi çekmiş bir adam. Bir taşra kentinde, bize Anayurt Oteli‘ni hatırlatan ve (o da) babadan kalma oteli işletiyor. İçi sıkılıyor. İçi hep sıkılıyor. Tunç bu sıkılmayı öyle güzel aktarıyor ki, hepimizin içi Mürşit ile beraber sıkılıyor. O otelin atmosferi ve taşra sıkıntısı atmosferden ruhumuza sızıyor. Bir tarafımız Mürşit’e haydi be adam çık bu bunalımdan, oğluna devret oteli, git hayalindeki hayatı yaşa diye isyan ediyor. Diğer tarafımız ise biliyor. Öyle bir hayat ve öyle bir ihtimal aslında yok. Mürşit, hikâyenin sonunda oteli sahiden de Özgür’e teslim ederken dünya ağrısından kurtulacak değil. Bunu da tam içimizde biliyoruz. Biliyoruz, çünkü yazar bizim içimizdeki dünya ağrısını, tıkıştırıp ağzını kapattığımız kutusundan, kuytusundan, köşesinden çeke çeke çıkartıyor. (Şimdi hatırlıyorum, Dünya Ağrısı‘nı ilk okuyuşumda defalarca elimden bırakıp, sonra yeniden başladığımı.)

Çarpıcı sahne şu: Mürşit ile kızı, bir akşam balkonda oturuyorlar. İçeride klasik aile yemeği yenmiş, tabaklar masada, baba kız balkondalar. Mürşit sigara içiyor, kızını hatırlamıyorum, o sigara içmiyor galiba. Mürşit diyor ki, içim ağrıyor. Sonra telaşlanıyor, kızı yanlış anlayacak, babasını hasta sanacak diye. Kızı doğru anlıyor. Benim de ağrıyor baba, diyor. Herkesin içi ağrıyor. Sakince, dünya ağrısının bir tek Mürşit’e has olmadığını ona hatırlatıyor. Hikâye tam burada kırılıyor. Mürşit eğer bir nebze dünya ağrısından özgürleşiyorsa o da bu anda oluyor. Bu ağrıyı insanlığın tamamı ile çektiğini kavradığında.

Dün annemden bir mesaj geldi. Ben buradan çok sıkıldım. İstanbul’da evine tıkılmış tüm akranları gibi annem de sabah kalkıp bir amaçla giyinip sokağa çıktığı günlerin ritmini, rutinini özlüyor. Bu rutinden mahrum kaldığı günlerinde hayat anlamını yitiriyor. Neden yaşadığını bile soruyor. Elimde kalan hayat bu mudur yani artık, diyor. Annemin içi ağrıyor. Ben de Mürşit’in kızı gibi konuşayım: Benim de ağrıyor anne. Hepimizin içi ağrıyor. Aklımızı dağıtan, ağrımızı uyuşturan hayaller bir süreliğine rafa kalktı.  Onların rafa kalktığı anlarda gerçek tüm çıplaklığıyla arzı endam etti. Çünkü elimizde bu hayattan başka bir şey yok. Bu gerçekten gözümüzü kaçıramıyoruz. Bu hayat tüm angaryalarıyla yavan bir şey. Beklediğimiz o diğer hayat yoksa, bu şimdiki dayanılır şey değil.

Beklediğimiz o diğer hayat aslında yok. Dünya ağrısı da tam bu, kanımca. Sabahları kahvemi hazırlayıp, balkon kapısının önündeki koltuğa oturuyorum. Bu hafta Tom Robbins’in Parfümün Dansı‘nı okuyorum. (3. defa). Okurken Himalayar’ı hayal ediyorum. Bir gün Himalayalar’a tırmanacağımı. Alobar ile Kudra’nın karşılaştıkları tepelerden dünyaya bakacağımı… Sonra biliyorum. Böyle bir hayal hiç yaşanmayacak. Bakmakla yükümlü olduğum MS hastası bir eşim var. Onu bırakamam. Ama o olmasaydı, başka bir şeyim olacaktı. Bir çocuğum olacaktı belki. Ya da her gün gitmem gereken bir işim. Belki param olmayacaktı. Veya vaktim. Veya gücüm.

Veya gittim diyelim, çünkü Himalayar’ın çok yakınına, Rişikeş’e, Haridwar’a gittim yıllar önce. O hayatın balkon önünde hayal edildiği gibi olmadığını da biliyorum. Araba teyplerinde bağırta bağırta Bollywood soundtrackleri dinleyen şoförlerin çılgınca sürdükleri minibüslerde, arkası açık kamyonetlerde, uçuruma kırk beş derecelik açıyla eğilerek yol almak, kimsenin kapatmayı akıl etmediği pencerelerden öndeki otobüsün egzoz dumanını, bitmeyen motosikletin vızıltısını ve minibüsü sağlayan arabaların korna gürültüsünü (çünkü please honk!) çekmek demek Himalayalar biraz da!

İster istemez elimdeki hayata dönüyorum. Bildiğim tüm kadınlar gibi ben de ev işlerinden bunaldım. Yatak toplamak, bulaşık makinesi boşaltıp doldurmak, çamaşır yıkayıp asmak, bir gün ütülenir diye bir köşeye bir ütülenecekler dağı dikmek, sonra Bey’in filanca tişörtünü veya mutfak çekmecesinde artık bulamadığımız temiz mutfak havlusunu bulmak için o dağı deşmek ve dağıtmak, yerleri süpürmek, her gün hiç yılmadan biriken tozu almak, kahvaltı sofrası kurmak, kaldırmak, sonraki yemeği düşünmek, eksikleri tespit edip alışverişe çıkmak, eve dönüp yemeği pişirmek, kurmak, kaldırmak ve tüm bunların arasında biraz yürümek ve azıcık da olsa yazmak, üretmek için zaman açmaya uğraşmaktan bitkin düşmüş durumdayım. Elimdeki hayat bu. Bunu anlayınca dehşete kapılıyorum bazen. Benim burada çok içim sıkılıyor. Hepimizin sıkılıyor anneciğim. Hepimizin. Dünya ağrısı bu. Almancası da varmış, sen daha iyi bilirsin aslında. Ama işte hepimizin bu ağrıyı çektiğini bilince, bir şey oluyor, ağrı kırılıyor sanki. Evlerdeki yalnızlığın tüm insanlık tarafından paylaşıldığını hatırlayınca insan bir hafifliyor sanki.

Ben de işte bu yüzden yazıyorum. Dünya ağrısının yatışmasına belki benim satırlarım da katkıda bulunur. Ne de olsa, bu haftanın kitabı olan Parfümün Dansı’nın ana fikridir Erleichda. Hafifleyin anlamına gelir. Zamanın ötesinde yaşayan varlıkların insanlığa bir mesajdır Erleichda. Hafifleyin. Kitap da böyle biter.

Exit mobile version