Ayşe Durukan – “Ünlü tanıyacağım, maçlara bedava gireceğim, konserlerde, barlarda para ödemeyeceğim diye gazeteci olmayı seçenler var.”

Röportaj: Eylül AŞKIN (Click here for English: https://artsandseptember.blogspot.com/2024/01/ayse-durukan-there-are-those-who-choose.html )

Bugün Hürriyet, Milliyet, Tv’de 7 Gün, Telemagazin, Aktüel, Show/Telemagazin ve Meydan gazetelerinde muhabir olarak, Show Tv’de yarışma ve müzik-eğlence programlarında koordinatör-yarışmacı ve konuk koordinasyonu, stüdyo şefi gibi görevler üstlenmiş, özellikle 80’ler-90’lar döneminin önemli gazetecilerinden sevgili Ayşe Durukan ile beraberiz. 

Öncelikle yıllar önce İtalyan Hastanesi’nde doğumuna şahit olduğum, annesi Nilgün Akçaoğlu ile babası Taner Aşkın’ın ısrarıyla isim ablası olduğum Eylül’le böyle bir röportajda karşı karşıya geleceğim aklımın ucundan geçmezdi. Teşekkür ederim. Annen de baban da  gazetecilikte hızlı olduğum o dönemin şahitleri ve yakın arkadaşlarımdı.

Gazeteci olmaya nasıl karar verdiğime gelince… Zonguldaklıyım ben.  Büyüdüğüm tarihler gazetecilik açısından Zonguldak’ın çok popüler olduğu zamanlar. Taşkömürü, işçi kazaları, sendikacılık şimdi kalmayab ana akımın ilgi gösterdiği haberler. Zonguldak 67. İl o zaman. il sayısı artmamış. Ve 66 ili sırtında taşıyor. Aile de siyasetle iççice olunca ‘ya avukat ya gazeteci olacağım’ dedim. Avukat olmak istemem maden işçilerinin uğradığı haksızlıklar adınaydı. Ortaokul yıllarımda bir makalemi yerel sendika gazetesinde basılı görünce ağırlık gazetecilikten yana kaydı. Lise bitirdiğimde ilk seneler maden mühendisliği, İngiliz dili edebiyatı bölümlerini kazandım gitmedim. Ahdettim gazeteciliği kazanmaya. O süreç de Zonguldak’ta yerel gazetelerde çalıştım. Başarılı olmak bana Milliyet gazetesinin Zonguldak muhabirliğini getirdi. Üçüncü denemede üniversiteyi kazanınca da ver elini İstanbul dedim. ve Milliyet gazetesinde şefim olan Taner Atilla’ya gidip ‘Okumak için buradayım. İşe de ihtiyacım var. Bana iş verin.’ dedim. Önce Yurt Haberler’de çalıştım, yarı dönemli. Okul ve iş arası mekik dokuyordum. Sonra yan yayınlara Fehmi Ketenci’ye beni gönderdi ve Telemagazin de başladım. Magazin aklımda yoktu, siyasi muhabirlikti amacım. Taner bey, ‘Sana orada ekmek yedirmezler. ’dedi, doğruydu da. Yabancı dilim yoktu, arkam sağlam değildi. Böylece magazinde yol aldım.

Tabii ki destek gördüm. Milliyet Telemagazin dergisi kapanında meslek büyüğüm rahmetli Sabri Tulga beni Hürriyet’e önerdi, TV’de 7 Gün dergisine. Başında Erol Aktı vardı  o tarihte. Ama rahmetli Çetin Emeç’in Milliyet’ten ayrılıp yeniden Hürriyet’e geçmesi, benim de kaderime yön verdi. TV’de 7 Gün dergisinin başına Mine Engez geldi ve elinin altında işlenmeyi bekleyen, öğrenmeye istekli, yerelden gelmiş, okuyan bir cevheri gördü ve bana el uzattı. O tarihlerde magazin dünyasından kimseyi tanımıyordum. Ama örneğin Süleyman Demirel’i tanıyordum. Zamanın ünlü milletvekilleri Gültekin Kızılışık, Köksal Toptan ve Ömer Barutçu aile dostlarımızdı. Neyse, Mine hanım Türkan Şoray, Kadir İnanır gibi ünlülerden randevu alıyor bende arşive gidip bilgi topluyor ve röportaja gidiyordum. Sonra Adana, Antalya film festivalleri, Çeşme, Kuşadası müzik festivalleri, film ve dizi setleri istekli bir gazetecinin hızlı yükselişi için önemli yerlerdi. Benim bir artım daha vardı. Çiçek var. Zamanın ünlü ve önemli isimlerin uğrak mekanında fotoğraf çekebilen tek gazeteci olmuştum. Karşılarına hazırlıklı çıkıyor, aptal sorular sormuyor,  bilgimle ezmiyor, bilgisizliğimle de bezdirmiyordum. Soruyor, susuyor ve dinliyordum. Bu beni onların gözünde vazgeçilmez isim haline getirdi sanıyorum. Özel röportaj teklifleri alıyordum. Herkesle röportaj yapmıyordum. Galiba o dönem biraz kibirlendim. Doğaldı da. bir madenci şehrinde çıkıp, gayya kuyusu İstanbul’da başarılı olmuştu. Halil Ergün bir keresinde
‘Bu kolay, önemsiz bir iş mi, Ayşe?’ demişti, kendisiyle paralellik kurarak. O da benim gibi taşradan gelmiş ve başarı basamaklarında yavaş ve emin adımlarla ilerlemişti. 

Türkiye genç nüfusuyla oldukça dinamik bir ülke. Gençler tartışıyor, konuşuyordu. Gücü elinde tutanların öyle kolay kolay o gücü gençlere vermeyeceği çok açıktı. Vermediler de. Sağ-sol çatışmaları başlastıldı.12 mart 72 muhtırası verildiğinde ortaokulda öğrenci, 12 eylül 80’de ise gazeteciydim. Ülke kaynayan kazandı. Siyaset ortaokula kadar inmiş, ilkokul öğrencileri neredeyse politika konuşmaya başlamıştı. 80 darbesiyle bu sona erdi. Özgürlüklerin budandığı bu dönemde gazeteciyim. Sevdiğim, tanıdığım insanların işkencelerden geçirilişine şahit oldum. Gazeteci olarak sansüre tabi tutuldum. Zor bir dönemdi ama bir o kadar da yaratıcıydı. Haberlerimiz sansüre uğramasın diye yeni anlatım yolları buluyorduk ya da sansüre uğradığında  dalga geçmenin yollarını. Asıl sosyal ve mesleki değişim bizden sonraki kuşakta oldu. Biz olayların içinde büyümüştük. Gelen kuşak ise her şeyden bihaberdi. Aileler korkmuş çocuklarının siyasete bulaşmalarına, sıradan derneklere bile üye olmalarına izin vermemişlerdi. Ot gibiydiler. Zaten sinemaya porno ve arabesk hakim olmuştu, halk eve kapanmıştı. İmdada televizyon yetişti de siyah/beyazdan renkliye TV’ye geçiş yapan sosyal yaşantımız, TRT’nin verdiğine razı  olmuştu. Kötü değildi. TRT de Rus edebiyatının klasikleri dizi halinde yayınlanıyor, Türk edebiyatının önemli romanları ekrana geliyordu. Çünkü hala 12 mart ve 12 eylül den hasarlı ama ödün vermeden çıkmış genç nesil, özgürlüğe, demokrasiye ve moderniteye inanan bir yönetici kesim vardı. 90’lar 80’lerde sağ kalanların son umutlarıydı. Yalancı özgürlük, demokrasi, bolluk ve bereket yılları, internet çağıyla o kuşağı ya tasvite etti ya da düzenle uyum sağlamaya sürükledi. Biz onların artıklarıydık. Daha az eğitimliydik, daha az yabancı dil biliyorduk. Bilgisayarların 0 ve 1’lerden oluşan dünyası bizim 2 artı 2 eşittir 4 söylemimizden çok ileriyi. Sağlam bir belleğimiz, arşivimiz vardı ama yeni dünyanın onlara ihtiyacı yoktu, Google amca vardı. Önce gazetelerin ansiklopedi köşeleri kapandı. Görgü kuralları artık yazılmıyordu. Yemek tariflerini internetten bulabiliyorduk, hatta fal köşeleriyle rüya tabirleri bile sayfa sayfaydı internette. Eskiden kitapçıdan, kütüphaneden istediğimiz bilgiler için kitaplar satın alırken şimdilerde istemediğimiz kadar bilgi bir tuşla elimizin altındaydı. Yoğun bilgi bombardımanı altında doğru-yanlış, güzel-çirkin, iyi-kötü gibi kavramlar dejenerasyona uğradı. İşte modern basın bunun üzerine kuruldu. Copy paste gazetecilik, masa başı habercilik, bülten haberciliği gibi kavramlar girdi yaşamımıza ve ahlaki, mesleki çöküşün temelleri atıldı. Teknolojiye yapılan yatırım insana yapılmayınca sosyal, siyasal ve kültürel fakirleşme aldı başını gitti. Bugün durum bu. 

Hürriyet’te birlikte çalıştığım müdürüm Show Tv’ye geçince beni çağırdı. Show Tv’de yarışma programlarına ünlü konuk çağırıyordum. Sonra müzik, eğlence yapmaya başladık. TRT’den geçme Erşan Başbuğ, Kahraman Afyonoğlu yönetmenlerimdi.
 

Herşeyden önce mesleği sevmek gerekiyor. Ünlü tanıyacağım, maçlara bedava gireceğim, konserlerde, barlarda para ödemeyeceğim diye bu mesleği seçenler var. Evet bunlar mesleğin artıları ama bunlara sahip olabilmek için sporu bilmek, müziği anlamak, iyi bir kulağa sahip olmak, içki içmeyi bilmek, yemekten bir gurme kadar anlamak gerekir. Bilenleri tenzih ediyorum ama sinema, tiyatro, caz ya da rock tarihi bilmeden ortada dolaşanlar var. O kadar kolay değil diyeceğim ama ne yazık ki kolaylaştı. Cahillik kolaylaştı çünkü. Eskiden cahil olmak zordu, insan kalitesi yüksekti. Sen okumasan bile dinliyorsan öğreniyor, cahillikten kurtuluyordun. Çoğu cahilliğimden dinleyerek kurtuldum. Sonra derinlemesine öğrendim. Sonuçta herşeyi bilemezsiniz ama dinlerseniz, araştırırsınız öğrenirsiniz. Bir de güvenilir olmak. Bunlar yeterli.

Haftalık ‘Oksijen’ gazetesini alıyorum. Bir hafta okuyorum. Arada da ‘Birgün’ gazetesi, bianet, diken internet sitesi. Diğer yayınlara güvenmiyorum. Pornografik buluyorum onları. Haber kaynaklarım daha çok güvendiğim Youtube kanalları. Medyascope, Nevşin Mengü, Murat Yetkin, Artı TV, Özlem Gürses gibi…

70 yaş üstü erkek yazarların yazdıklarını büyük bir merakla okuyorum. Ciddiye aldığımdan değil. Mesleki deformasyonlarını izleyebilmek adına. Çok üzüldüklerim ve güldüklerim oluyor. İsim vermeyeyim. Ama ciddi ciddi izlediklerin arasında Ayşe Çavdar var. Bayılıyorum yazılarına. Burak Bilgehan Özpek, Kemal Can,İsmail, Saymaz, Levent Gültekin, İhsan Eliaçık araştırmacı gazeteciler. Çok parlak isimler var. Umudumuz olan gazeteciler var. Bir de gündem belirleyen isimler. Her zaman olmasa da arada okuyorum.

Evet… Meslekten uzaklaşınca Bodrum’a yerleştim ve bir hediyelik eşya dükkanı işlettim bir süre. Şimdi yapmıyorum. Sokak hayvanlarının arkadaşlarımın desteğiyle ve Bodrum Torba Barınağı’nın yardımıyla tedavilerine ve kısırlaştırılmalarına önayak oluyorum. Besleme yapıyorum. Zaman zaman, özellikle son zamlarla oldukça zorlanmaya başladım. Benim gibi hayvan besleyen herkes. Kedi köpek mamalarındaki vergilerin kaldırılmasını talep ediyoruz. Acilen. Çoğu gönüllü hayvan beslemekten vazgeçmek üzereler.

İstanbul’da olmadığım için çok azıyla görüşebiliyorum. Bodrum’a geldiklerinde, karşılaştığımızda eski muhabbetimizin sürdüğünü görmek beni mutlu ediyor. İyi şeyler yaptığıma ikna oluyorum. Her ikisini de kaybettik ama Memduh Ün ve Fatma Girik Bodrum’da yaşıyorlardı. Memduh abinin hastalığı sırasında Fatma Girik’le hastanede bekledik. Müjde Ar yazları geliyor, pek çıkmıyor. Karşılaşırsak yabancılık duymuyorum yani. Özel olarak aradığım birkaç kişi var.

Gazeteci Oya Demirtok’la yıllara dayanan dostluğumuz var, artık fenomen olan Duygu Asena’nın Kadınca dergisinin sahibi. Arada ona yazdığım, araştırma yaptığım oluyor. Şu sıra değil ama. 

Ben teşekkür ediyorum. Sevgiler.

Exit mobile version