Röportaj: Eylül AŞKIN
Bugünkü konuğumuz uzun yıllar medya, iletişim, pazarlama ve araştırma sektörlerinin önde gelen firmalarında farklı kademelerde görevlerde bulunmuş, İstanbul Üniversitesi, Medipol Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi’nde uzmanlık alanlarıyla ilgili dersler vermiş, gastronomi ve gusto alanlarında çeşitli dergilerde ve gazetelerde yazılar yazmakta olan, pazarlama, iletişim ve insan yönetimi uzmanı ve gurme, sevgili Reha TARTICI.
Eylül AŞKIN: Saint Joseph Fransız Lisesi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunusunuz ve yüksek lisansınızı da Fransa’da Strasbourg Üniversitesi’nde Ekonomi Bilimi okuyarak tamamladınız. Türkiye’ye geri dönmenizdeki temel etken ne oldu?
Reha TARTICI: Bir küçük düzeltmeyle başlayayım: Saint Joseph Fransız Lisesi değil, Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi mezunuyum. Çünkü diplomasında Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi yazan son dönemin mezunuyum. Biz bunu her zaman bir ayrıcalık olarak kabul ettiğimiz için, 1870 yılında kurulan ve mezunu olmaktan da gurur duyduğumuz Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi’nin bir mezunu olduğumun altını çizmek isterim. Evet, çok doğru, Türkiye ve Fransa’da eğitimimi tamamladım. Fransa’dan Türkiye’ye niye döndüm? Aslında ben de bir Fransız lisesi mezunu olarak dönemin şartlarına uygun dinamikler nedeniyle Fransa’ya yerleşmeye gitmiştim. Fakat çalışma izninde belirli problemler yaşayınca orada asistanlık yaptığım kanaldan, Türkiye’de özel televizyonlar yeni başlarken Kanal 6, “Türkiye’ye gelirse hemen işe başlatırım.” dediği için, bir cuma akşamı karar verip, pazartesi sabahı uçağa bindim ve İstanbul’a gelip medya sektöründeki hayatımı başlattım.
Eylül AŞKIN: Döneminizin koşulları düşünüldüğünde Saint Joseph’teki ve Strasbourg’taki hayatınızla ilgili bize neler söyleyebilirsiniz? Türkiye’de Fransızca okumak ile Fransa’da okumak arasında kültürel anlamda ne gibi farklar vardı?
Reha TARTICI: Şöyle söyleyeyim; Türkiye’de bir kere Saint Joseph’te okumak büyük bir ayrıcalıktı. Hala da bu ayrıcalığa sahip olduğunu düşünüyorum okulda okumakta olan öğrenci arkadaşlarımın. Ama bizim dönemimizin Saint Joseph’i ile bugünkü Saint Joseph arasında da fark var. Biz sekiz yıl okuyanlardanız. Bugünkü arkadaşlarımız beş yıl okuyorlar. 4+4+4 yasası nedeniyle bir yıl hazırlık okuyorlar, biz iki yıl hazırlık okuyarak eğitimimizi tamamladık. Ama Saint Joseph bir kültür, hakikaten bir ekoldür aslında. Fransızcada “ekol” okul anlamına geliyor ama Sait Joseph kendi ekolünü yaratmış bir okuldur. Türkiye’de bu ayrıcalıklara sahip olarak Fransa’ya gittiğinizde “Bir Türk olarak Fransa’da okumak” olarak ben sizin sorunuzu okuduğumda şunu çok rahat söyleyebilirim, evet, yurt dışında bir Türk olarak okumanın Türkiye’deki bir yabancı okulda okumaktan farklılıkları var. Çünkü orada çok daha farklı coğrafyalardan gelen öğrencilerle bir aradasınız ve tabi ki bulunmuş olduğunuz ülkenin kültürüyle kendi doğmuş, büyümüş olduğunuz ülkenin kültürü arasında da farklılıklar söz konusu. O nedenle Fransa bir deneyimdi. Ama bunun sonuçlarını esas iş hayatına başladığınızda, bu deneyimleri nasıl katma değere dönüştürdüğünüzü gördüğünüzde anlıyorsunuz ki burada Fransa’da aldığım eğitimden çok Türkiye’de aldığım Fransızca eğitimin çok faydasını gördüm. Eğer bugün kariyerimde pek çok şeyi yapabildiysem, tabi ki benim katkılarım vardır, ailemin katkıları vardır ama bunların hepsinin üstünde Saint Joseph’in bize katmış olduğu felsefe, ilişki sistematiği ve analitik düşünme yeteneğinin de çok büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. O yüzden de Saint Joseph mezunu olduğum için bundan önceki kırk yıldır söylediğim gibi gurur duyuyorum ve herhalde son nefesimi verene kadar da gurur duymaya devam edeceğim.
Eylül AŞKIN: Peki, sizi medya ve pazarlama sektörüne iten motivasyon ne oldu?
Reha TARTICI: Medyaya iten motivasyon tamamen bir tesadüftü. Ben liseyi bitirdikten sonra sadece iktisat ve finans tercihleri yaptım. Bir finans firmasında işletme alanında kariyer yapmayı planlayarak 1987’de mezun oldum. Ama sonra hayatın içinde finansla ilgili hiçbir şey yapmadım. Yüksek lisansta bununla ilgili bir şeyler yapmak için Fransa’ya gittiğimde orada yarı zamanlı işi Fransa üçüncü kanalında buldum. Orada belirli deneyimler edindim muhakkak ama Türkiye’de belki de fırsatı iyi değerlendirmekle alakalı, özel televizyonların yeni kurulduğu dönem olduğu için, bunu fırsata çevirdiğimi düşünüyorum, Kanal 6’da yönetmen yardımcısı olarak göreve başladım. Sonrasında Türkiye’de pek çok ilke imza atan kanallarda bulundum, bunu da övünerek söylüyorum ki belli olaylara da imza attım. NTV’nin kurucularından bir tanesiyim, Nuri Çolakoğlu’nun öğrencisiyim. CNBC-e’yi Türkiye’ye getiren dört kişiden bir tanesiyim, oryantasyonunu alarak, ki inanılmaz bir deneyimdi. Ama sonra medyanın bugün geldiği noktaya da baktığımız zaman, ben 2001 yılında medyayı bıraktım, medyada olmadığıma bugün mutluyum. Bugün bulunduğum ortam beni bambaşka bir noktaya çekti. Orada da işletme üzerine aldığım eğitimin üzerine medya sektöründe edindiğim iletişim becerilerimi katarak pazarlama iletişimine yöneldim. Ondan sonra da kariyerimi tamamen pazarlama ve iletişim üzerine kurguladım.
Eylül AŞKIN: Pazarlama alanında da neredeyse otuz yıllık bir emeğiniz var. Çalışma hayatınızın ilk yıllarıyla son yıllarını kıyasladığınızda sektörde ne gibi değişimler gözlemliyorsunuz?
Reha TARTICI: Sektörde mi, kendimde mi? Sektördeki değişim çok net: Dijitalleşme ve iletişimin gücü. Kendimde ne görüyorum onu sorarsanız, biz Saint Joseph’te hazırlık okurken Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens romanı ile başladık. Bugün 55 yaşımdayım. 55 yaşıma gelene kadar neredeyse her gün bir kere daha okudum. Ama hala bilgenin küçük prense sorduğu “Bana bir koyun çizebilir misin?” sorusundaki o çizdiği dikdörtgen prizmanın içinde olan koyunu arıyorum. Ama pazarlama da, iletişim de tahmin ediyorum ki o koyunu aramakta geçiyor zaten. Bulursanız, hayat bitmiş demektir. Ömrümün bundan sonraki bölümünde de aramaya devam edeceğimi düşünüyorum. Değişimi de bu şekilde ifade etmem çok mümkün. O koyun her gün gelişiyor, değişiyor, demek ki tüketici de, satın alma davranışları da, tüketim alışkanlıkları da değişime uğruyor. İşte, pandemiyi hep birlikte yaşadık. Türkiye’de özel televizyonculuğu başlatan kişilerden biri olarak bana 1990’larda bugün şu ortamda bulunan cihazlarla çekim yapılabileceğini, canlı yayın yapılabileceğini söyleseydi, buna sadece gülerdim. Kendi yönetmenlik hayatımda 18 kameraya kadar çıktım ama hiçbir zaman cep telefonuyla, GoPro ile veya bir fotoğraf makinasının kamerasıyla çekim yapılabileceğini tahayyül edemedim, tabi o dönemlerden bahsediyorum. Şöyle bir anektot size aktarabilirim, NTV’de biz internet üzerinden ilk Diyarbakır’dan İstanbul’a 11 saniyelik görüntüyü aktardığımız zaman genel müdürümüz, kurucumuz Nuri Çolakoğlu ve IT müdürümüzle beraber birbirimize sarılıp ağlamıştık sevinçten. Bugün dünyanın her köşesinden internet üzerinden canlı yayın yapılıyor. E pek tabi, bizim de bu değişime ayak uydurmamız gerekiyor bir şekilde.
Eylül AŞKIN: 2000’den sonra eğitmen kimliğinizle de öne çıkıyorsunuz. Çeşitli üniversitelerde uzmanlık alanlarınızda vermekte olduğunuz dersler mevcut. Biraz bunlardan bahsedebilir miyiz?
Reha TARTICI: Tabi. Bu da bir tesadüftü aslında. O dönem Araştırmacılar Derneği’nin danışmanlığını yapıyordum. Dernek üyesi olan danışanlarım vardı. Araştırmacılar Derneği’nin genel sekreterine bir mail geldi; İstanbul Üniversitesi‘nde sektörle ilgili ders verebilecek profesyoneller varsa Sosyal Bilimler Yüksek Meslek Okulu’na göndermelerini istiyorlardı. Bu durumu üyelerle paylaştılar. Pek bir talep görmedi. Benim de aslında hiç böyle bir eğitmen tarafım yoktu ama “Ben verebilirim.” dedim. Sonrasında gördüm ki aslında hayatımda yaptığım en keyifli iş eğitim vermekmiş. Bugün hayatımın, profesyonel yaşantımın büyük bir bölümünü eğitime ayırıyorum. İstanbul Üniversitesi’nde başladım, halen Bahçeşehir Üniversitesi’nin yüksek lisans programlarında, Medipol Üniversitesi’nde derslerim devam ediyor. Aynı zamanda UNDP’de de, ABIGEM’de de derslerim oluyor. Kurumsal eğitimler de veriyorum. Hayatınızda en keyif aldığınız iş nedir derseniz, kesinlikle eğitmenlik derim.
Eylül AŞKIN: 2014 itibarıyla mekan, gastronomi, gusto ve yemek kültürüyle ilgili yazdığınız yazılarla gündemdesiniz. Pazarlama, araştırma ve medya sektöründeki başarılarınızın dışında sektörde kendinize önemli bir gurme olarak da yer buldunuz. Seçkin bir damak tadınızın olduğunun nasıl farkına vardınız? Yemek kültürü ve gastronomiye olan ilginiz nasıl başladı?
Reha TARTICI: Çocukluktan desem şimdi herkes gülecek. Ben hep gürbüz bir çocuktum. İlkokulda da tombuldum, Saint Joseph’te de tombuldum, sonraki hayatımda da tombuldum. Yemeyi hep çok seviyordum. Yemekle haşır neşir bir hayatım vardı ama tabi hiçbir zaman bir şef değildim, alaydan yetişme bile değildim fakat yemeye meraklıydım. Sonrasında iş hayatımın getirdiği dinamikler çerçevesinde çok seyahat etme şansım oldu. Bu seyahatlerin de öncesinde önce kendi mutfak coğrafyamızdaki farklı kültürlerdeki yemekleri tatmaya başladım. Sonrasında gördüm ki aslında belli bir seviyeye geldikten sonra bunun üzerine eğer siz de çaba sarf ederseniz ayrışabiliyorsunuz. Ve insanlara bu kültürü belli bir noktada aşılayabilmek için sizin de bir katkınız olabiliyor. Bunu biraz daha dinamik hale getirsem ne olur dedim, o sırada internet hayatımıza girdi, bir blog yazmaya başladım. Bu da eşimin teşviğiyle oldu. Gelen tepkiler üzerine biraz daha kendimi farklı alanlara itmem gerektiğini düşünürken bir gazeteden teklif geldi. “Sayfa verirseniz neden olmasın?” dedim. İki yıl tam sayfam vardı. Sonra tabi iletişim kanalları değiştiği, dijitalleşme başladığı için biraz daha dijital kanallara kaydım. Dijital kanallara geçtikten sonra yazılı medyada da olmam gerektiğini düşündüğüm için dergilerde yazmaya başladım. Aylık dergilerde yazıyorum hala. Sektörel dergilerde yazıyorum. İnternet medyasının içinde varım. Sadece gazetede artık yokum. Şu anda gercekgundem.com’da haftada iki yazı yazıyorum. Yemek Zevki, Hotel Restaurant Magazine, Gastronomi Dergisi gibi dergilerde aylık yazılarım yayınlanıyor. Dünya Kitap’ta Gastro Kütüphane diye bir köşem var; Dünya Gazetesi’nin kitap ekinde, 30 yıldır çıkıyor. Yani, benim amacım sadece mekan ve yemek yazmak değil, aslında biraz da bunun kültürel olarak gelişmesine katkı sağlayabilmek. Bunun için de insanları okumaya teşvik etmemiz gerektiğini düşünüyorum ve bunun için kitapları yazıyorum. Yemek, şiir ve ülke kültürleriyle ilgili yazılar yazmaya gayret ediyorum. Ama şunun da çok iyi bilinmesi gerektiğine inanıyorum ki eğer gelecekte aç kalmak istemiyorsak sürdürülebilirliğe sahip çıkmamız gerekiyor, bilinçli üretim ve bilinçli tüketim yapmamız gerekiyor. Bu nedenle de özelde sürdürülebilirlik üzerine, özellikle gıda, tarım ve gastronomi alanında sürdürülebilirliği belli bir noktaya taşıyabilmek için de çabalıyorum. Bu konuyla ilgili bazı konuşmalara da gidiyorum, panellerde moderatörlük yapıyorum. İşin biraz da felsefi boyutuna doğru kaymaya çalışıyorum.
Eylül AŞKIN: Yemek ve kültür ilişkisi hakkında bize ne söyleyebilirsiniz?
Reha TARTICI: Kültürün tanımı dediğinizde aslında milletler, toplumlar ön plana çıkar ama yemekte bir fark var. Yemek kültürü dediğiniz zaman yemeklerin milletlere değil, coğrafyalara ait olduğunu unutmamak gerekiyor. Çünkü o coğrafyada o ürün yoksa, o ürünle yapılan hiçbir yemeği o millete mal edemezsiniz. Toprağın size verdiği nimeti siz yemeğe dönüştürüyorsunuz. O sebeple de bunun asıl sahibi toprak, coğrafya oluyor, millet değil.
Eylül AŞKIN: Bir yemeği iyi, lezzetli yapan ana unsur sizce ne?
Reha TARTICI: Tek bir unsur var: ürün. Eğer iyi ürün yoksa siz istediğiniz kadar iyi yemek yapın, o yemeği yenilebilir kılarsınız ama özel kılamazsınız. Ürün mevcutsa, o ürünü iyi işleyen kişi farkı yaratan. Bugün Anadolu mutfak kültürü, Türk mutfak kültürü dediğimiz zaman en temel ürünlerden bir tanesi nedir diye bir hanım olarak size sorsam, herhalde bana domates dersiniz. Fakat Amerika keşfedilmeden önce Anadolu domatesi bilmiyordu, Amerika’dan geldi domates. Hatta Osmanlı’da “kaldırım elması” diye bir tabir vardır, çünkü kızarmadığı, yeşil geldiği için, elma zannedip, tatsız bu diye kaldırıma attıkları bir meyve o dönem domates. Osmanlı saray mutfağı ile ilgili olan kitapta da bundan yıllar önce tabipler tarafından yazılmış kitaplara baktığımız zaman orada yeşil domates ile yapılan bazı tariflerin de kırıntıları var.
Eylül AŞKIN: O zaman salça da mı hayatımıza sonradan girdi?
Reha TARTICI: Tabi ki. Türk mutfağında salça diye bir şey yok. Osmanlı mutfağında tahıl var, kuruyemiş var, kuru meyveler var ama domates yok, patates yok. Biz Anadolu coğrafyasına gittiğimiz zaman domates 1500’lü yıllarda gelmiş. Bugün 1500’lü yıllarda coğrafyamıza gelmiş bir ürünü her yemeğin içine salçayla, kendisiyle katmak ve bunu Anadolu mutfağına mal etmek derseniz, ben o tarafta olmayanlardanım.
Eylül AŞKIN: İstanbul’da favori mekanlarınız arasından beş tanesini söylemenizi rica etsem?
Reha TARTICI: Favori mekan popüler kültürün getirmiş olduğu bir tabir. Tabi ki farklı kültürler, farklı mutfaklar, farklı lezzetleri içeren favorilere gittiğiniz zaman size pek çok mekan söyleyebilirim ama hemen aklıma gelenleri paylaşayım. Mesela, Thai mutfağı diyorsanız en çok Pera’yı sayarım. İtalyan mutfağı diyorsanız hala değişmeyen tek yerim Paper Moon’dur. Fakat Napoliten pizza diyorsanız, Napoli mutfağından örnekler diyorsanız Suadiye’de Negros’u söylerim, çok bilinmez, küçük bir yerdir. Gaziantep mutfağı diyorsanız hemen Kadıköy’de Çiya’yı söylerim. Ama kebap diyorsanız Kozyatağı’nda Sürmeli Kebap’ı söylerim. Aslen Kilislidir fakat Gaziantep mutfağındaki kebap bölümünün en iyi temsilcilerinden bir tanesidir. Karadeniz mutfağı dediğiniz zaman Nalia hala dinamik ama farklı ürün gruplarıyla Kaçkar’ı da bir yanda tutmak lazım. Pideye girdiğimizde Pideban’ı söyleyebiliriz, Lider Pide’yi söyleyebiliriz, rahmetli Coşkun usta’nın Kızıltoprak’taki Bafra Pide’yi söyleyebiliriz. Çünkü pide de geniş bir segment aslında. Sıkıştırmak çok mümkün değil, çok farklı mutfakların farklı temsilcileri var, aynı mutfağın farklı temsilcileri var… Bana döner diyin, ben döner için Beşiktaş’ta bulunan Asım ustaya, Karadeniz Döner’e İstanbul’un her noktasından giderim. Ama bugün daha adı ondan daha fazla duyulmuş dönercileri saydığınız zaman sadece o bölgedeyken giderim.
Eylül AŞKIN: Peki, okurlarımız sizi sosyal medyada nerelerden takip edebilirler?
Reha TARTICI: İsmim ve soyadım Reha Tartıcı. Platformlarda adım ve soyadımla bulabilirler. Aynı zamanda sadece gastronomi ile ilgili paylaşım yaptığım, sonları “z” değil, “s” olan, “yiyos,içiyos,yazıyos” diye de bir hesabım var. Instagram’da, Facebook’ta, LinkedIn’de, Youtube’da, Twitter’da @rehatartici yazdıkları zaman bana ulaşabilirler. Oradan da mekan önerisi veya mutfak kültürüyle ilgili soru sorarlarsa cevaplamaktan gurur ve mutluluk duyarım.
Eylül AŞKIN: Ah, cevap da veriyorsunuz!
Reha TARTICI: Eğer makul ve mantıklı sorular varsa, provoke etmek için gelen soruları tabi dikkate almıyorum ama, hakikaten yapıcı, katkı sağlayıcı sorular geliyorsa tamamını cevaplamaya özen gösteriyorum.
Eylül AŞKIN: Bize bugün vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.
Reha TARTICI: Beni ağırladığınız için ben teşekkür ederim. Bugün böyle bir mekanda bulunmaktan ben de çok keyif aldım. Hatta bir iki lezzetini de deneme şansım oldu. Bundan da duyduğum memnuniyeti özellikle belirtmek istiyorum çünkü buraya gelirken kapıdan adım attığım an, böyle bir şeye şahit olacağım aklıma bile gelmemişti.
*** Bu röportaj Kadıköy, Kadife Sokak No: 12’de bulunan Barmy’de, Barmy sponsorluğunda gerçekleştirilmiştir. Mekan sahibi Yavuz Tarku’ya ve Barmy çalışanlarına Reha beye ve bize gösterdikleri özen için ayrıca teşekkürlerimizi sunarız.
Instagram: @rehatartici @barmyistanbul @eylulaskinoffical