35,0195$% 0.09
36,8079€% 0.24
44,5639£% 0.19
2.982,19%0,29
2.647,08%0,14
9.961,87%-0,49
SÖYLEŞİ: SUNA BAYKAM SAPAN
Ben Sinan Armutlu, 34 yaşındayım ve 8 yıldır İngiltere’de yaşıyorum. Sanatla olan ilişkim çok küçük yaşlarımda başladı. Yetiştiğim kültürün etkisiyle ilk olarak sazla tanıştım. Ailemde ve çevremde müzisyen insanlarla ilişki kurma, sohbet etme şansını çok erken yaşlarda yakaladım. Bu etkilerden dolayı ister istemez performans sanatlarına ilgim oluşmaya başladı. İlkokul yıllarımda, sanırım birinci sınıfta (belki ikinci sınıfta), yıl sonu yapılan müsamerede tek kişilik bir performans (fıkra anlatma) yapma şansım oldu. Bu deneyimle sahneyle tanıştım ve gerçekten büyülenmiştim. Daha sonra, ortaokul ve lise yıllarında okulda oluşturduğumuz bir müzik grubuyla ikinci performansımı gerçekleştirdim. Bu performanstan sonra, bu alanın prestijli bir uğraş olduğuna karar verdim ve sanatla kopmayan bir ilişki kurdum.
Nedeni benim için çok basitti; o ana kadar bana sert davranan veya ciddiye almayan öğretmenlerimin, onlar için organize ettiğimiz konser sonrasında bize karşı tavırları olumlu anlamda değişmişti sanki. Benimle ve diğer ekip arkadaşlarımla iletişimleri daha kibar, daha dinleyici ve daha takdir edici hale gelmişti. O anda bu işin beni motive ettiğini ve fiziksel ya da ruhsal dünyamda pozitif bir etki yarattığını düşünmeye başladım. Sesin, melodinin her yaştan, her etnisiteden, her kültürel gruptan insanı duygusal olarak etkileyebileceğini ve aynı zamanda davranışsal olarak da insanları dönüştürebilme potansiyeline sahip olabileceğini kavradım. O günden beri sayısını hatırlayamadığım kadar çok performans yapma şansım oldu; Amerika, İngiltere, Galler, İskoçya, Almanya, İtalya, İsviçre ve daha birçok ülke, şehir ve kıtada. Bu tutku beni yaşamda tutuyor ve hayata bağlayan bir enerjiye dönüşüyor. Ve bunu ömrümün sonuna kadar sürdürme ideali dışında hiçbir kaygı taşımıyorum.
Bugün neredeyse her şeye “sanat” diyerek işin içinden sıyrılabilirsiniz. Sanat sayılan şeylerdeki bu patlamanın sebeplerinden biri, bizzat sanat dünyasının ‘sanat’la ‘hayat’ın yeniden birleştirilmesi hakkındaki eski temayı gündemine almış olmasıdır. Postmodernizm bayrağı altında toplananlar, modern güzel sanatlar sisteminin öldüğünü kabul ediyor, buna karşın bu yeni özgürleşmeyi kutlamak üzere bizleri modern güzel sanatların mezarı başında dans etmeye çağırıyorlar. Eğer sanat sayılan şeylerdeki bu patlamaya ve sanatla hayatı yeniden birleştirme arzusuna anlam vermek istiyorsak modern güzel sanat düşünceleriyle kurumlarının nereden geldiğini anlamamız gerekir. Modern sanat sistemi bir öz ya da yazgı değil, yalnızca bizim ürettiğimiz bir şeydir. Genel olarak anladığımız haliyle sanat, hemen hemen 200 yıllık geçmişi olan bir Avrupa icadıdır. Bunun öncesinde, iki bin yıldan fazla ömür sürmüş daha geniş çerçeveli ve daha faydacı bir sanat sistemi vardı ve bunu da üçüncü bir sanat sistemi takip edecek gibi görünüyor. Örneğin, çerçevelenip müze duvarına asılan Rönesans resimleri neredeyse her zaman öyle bir havada sunuluyor ki, bizler aslında bu resimlerin neredeyse tümünün özel bir amaca ve mekana göre, çeyiz sandıklarını süsleyen öğeler olarak, yatak odalarının duvarlarının ya da toplantı salonlarının tavanlarının parçası olarak yapıldıklarını çok az aklımıza getiriyoruz. Rönesans resimlerini yalıtılmış olarak seyretmek, Shakespeare’in oyunlarını edebiyat ontolojilerinden okumak ya da Bach’ın müziğini bir senfoni salonunda dinlemek, eski insanların da sanat kavramını, tıpkı bizler gibi, estetik derin düşüncelerin karşılığı olan özerk eserler alanı olarak gördükleri şeklindeki yanlış izlenimi pekiştiriyor. Bundan dolayı sanatın ya da multi-disipliner sanat pratiklerinin üzerine düşünme ve tartışma yönünde bir çaba göstermemiz gerektiği kanaatindeyim. Soruya cevap vermek adına bence çağımızda sanatta en dikkat çeken unsur, özgürlük idesini dile getirmek ve kültür endüstrisine meydan okumaktır. Şöyle ki kültür endüstrisinin öğeleri aklın dayattığı özdeşlik ilkesine dayanmaktadır. Sanatın bu özdeşliği askıya alarak özdeş olmayanı dile getirmesi gerekir. Bu anlamda sanat kendi kendisini biçimlendirme veya kurallarını kendisinin koyması niteliği ile diğer kültür ürünlerinden ayrılır. Bana göre sanat estetiği; duygu ve düşüncelerle kişinin içindeki güzellik vurgusunu, insanlarda heyecan uyandıracak şekilde ifade etmesidir.
Bir enstrüman çalmak, benim için zihni sürekli hareket halinde tutan bir aktivite. Enstrüman çalarken bir akış yaşanır ve sürekli olarak çeşitli varyasyonlar deneme durumu vardır. Zihnin bu hareket halinde olması, beni olaylara karşı sürekli analitik ve soyut düşünmeye yönlendiriyor. Bu açıdan, benim için hem mental hem de fiziksel bir yoğunlaşma hali diyebilirim. Herkesin bu deneyimi yaşaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü müzik yapmak, konuşmayı olabildiğince minimalize tutup sürekli bağlamsal ipuçlarıyla birşeyler anlamaya çalıştığımız bir zaman dilimi aslında. Yani etrafımızdaki sesleri ve hareketleri takip ediyoruz ve olabildiğince az konuşuyoruz. Bu durum beni sürekli olarak insanlardan bağımsız olarak sorun çözme ve sorun oluşmasın diye konsantrasyonumu yüksek tutmaya itiyor.
Bunun dışında, herhangi bir enstrüman çalarken kendimi farklı duygu durumlarında buluyorum. Melodinin, harmoninin, ahengin ve ritmin rengine ve dokusuna göre bir duygusal mod oluşur ve bu mod, sizde bir his uyandırır. Bu his her ne olursa olsun, onu hissetmek güzeldir. Bazen bu duygu huzur, neşe, haz veya özlem olabilir. Genelde insanlar duygusal eksiklerini müzik dinleyerek giderirler, ancak enstrümanı kendiniz çaldığınızda hissettiğiniz şey özel bir histir. Örneğin, gitarda bir Chopin ya da Bach çaldığınızda aslında bir melodi çalarsınız, ama bir yandan da gitar göğsünüzde bir titreşim ve rezonans alanı oluşturur. Bu titreşimi hisseder, duyarsınız, algılarsınız ve akışı yakalayıp bütünleşirsiniz. Bu deneyimden haz alırsınız ya da almanız gerekir diye düşünüyorum.
Sanatçı nasıl yaşamalı?
Sanatçının nasıl yaşaması gerektiğini bilmiyorum ancak nasıl yaşamaması gerektiği hakkında fikirlerim var. Çok basit bir tanım koymak gerekirse; sanatçı, neyi ne için yaptığını bilen, toplum ve ahlaki değer yargılarının onu sürüklediği yönün tersine aksiyon alabilme beceresine sahip kişidir. Örnek vermek ve daha açık konuşmak gerekirse, sanatçı güncel siyasi gelişmeler üzerinden insanları yönlendirmez, fikir beyan etmez; böyle bir işlevi yoktur. Sanatçı milletvekili olmaz veya sanatçının beş tane evi olmaz. En çarpıcısı; sanatçı, dünyadaki gelir dağılımındaki %1’in, bütün sermayenin %99’unu elinde bulundurduğu bir dinamikte, havuzlu villasında sefa sürmekten keyif almamalı ya da bu durumdan mutlu olmamalı, bir derdi olmalı bence.
Peki, bunları yapan kişiler sanatçı değil mi? gibi bir soru akla gelebilir. Bu konuda yorum yapmak istemem çünkü kişisel olarak popüler kültürün ürettiği hiçbir şeye değer vermiyorum ve bu tür çalışmaları üretim olarak görmüyorum. Dahası, bu anlayışın yarattığı ve etkilediği herkesi ve her şeyi “ısmarlama” kişiler ve işler olarak görüyorum. Kendini sürekli olarak başka nesneler ve tekrarlar üzerinden inşa etmeye, oluşturmaya çalışan bu anlayışa tepki olarak, karşı sanat anlayışını yaratmak gerektiği fikrine sahibim. Çünkü sanat, hayatın en kıymetli tezahürü değildir. Sanat, insanların kendilerine atfetmelerinden hoşlandıkları, kutsal ve evrensel değerlerden yoksundur.
Ben bu soruya öneriden ziyade farklı bir cevap vermek istiyorum. Şöyle ki, gelir seviyesi temel ihtiyaçlarını karşılamaya ancak yeten ve yaşamak için değil de hayatta kalmak için çalışan insanlara müzisyen olmaları konusunda tavsiyede bulunurken gerçekçi olmak isterim. Müzik artık ciddi bir piyasaya ve endüstriye dönüştü ve bu endüstriye dahil olmak, içinde yer almak, görünür olmak isteyen herkes para harcamak zorunda. Ne kadar iyi olursanız olun, inanın bunun endüstride hiçbir önemi yok. Ayrıca sermayeniz de yoksa çok daha fazla çalışmanız ve çaba sarf etmeniz gerekiyor. Basit bir deyişle, gitar alacak paranız yoksa ya da düzgün bir saksafon alacak parayı ancak senelerce çalışıp biriktirebilecekseniz, müzisyen olmak ve kendinizi var edebilmek çok daha zorlaşıyor. Ben bu gerçekle çok uzun süre önce yüzleştim ve gençlere sadece bu yola gireceklerse bu gerçekliğin farkında olmalarını hatırlatmayı borç bilirim.
Dijital devrimden sonra müzikte ciddi bir değişim olduğu kanaatindeyim. Plakla, kasetle, CD ile başlayan müziğin serüveni şu anda tamamen dijital bir yere evrildi. Artık elimizdeki akıllı telefonlarla, Spotify üzerinden milyonlarca içeriğe ulaşabiliyoruz. Ek olarak, fiziksel olarak bir yere gitmeden bulunduğunuz lokasyonda streaming üzerinden para kazanmak mümkün, konser yapmanıza gerek bile yok. 20. yüzyılda müzik piyasasından para kazanmak ya da görünür olmak için sürekli konserler vermeniz veya televizyonda kendinizi göstermeniz gerekirdi. Ancak şu an bu ortadan kalktı. Örneğin, sosyal medya üzerinden canlı yayın yapabilme ve kısıtlı da olsa gelir elde etme imkanı var. Bunun dışında, dijital alanın size açtığı kapıyla, milyonlarca kişiye müziğinizi duyurma şansınız var. Bunun göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Öte yandan, benim açımdan her lokasyon performans alanıdır ve müzik yapmaya uygundur. Hangi ülkede olduğunuzun veya hangi kültürle ilişki kurduğunuzun önemi yok. Hatta dil bilmenize veya iletişim beceriniz olmasına bile gerek yok, çünkü aynı dili konuşmadığınız, iletişim kuramadığınız insanlarla bile bir yakınlık kurabileceğinizin kanıtıdır aslında müzik.
İngiltere’ye göç etmemin en önemli nedeni, Britanya’nın yaratıcı işler yapan sanatçıların gelip geçtiği, yaşadığı ve iz bıraktığı bir coğrafya olmasıydı. Jimi Hendrix, Pink Floyd, The Beatles bunlardan yalnızca birkaçı. 20. yüzyılda, blues, caz ve rock and roll da dahil olmak üzere Amerika Birleşik Devletleri’nin müziğinden gelen etkiler İngiltere’de benimsendi. “British Invasion” – genellikle tüm zamanların en etkili grubu olarak kabul edilen Liverpool grubu Beatles tarafından başlatıldı. Bu temelden baktığımda, burada yaşamak, bu enerjiyi hissetmek bana olumlu bir motivasyon kattı desem yanlış olmaz. Yani İngiltere’de müzisyenseniz, burası dışında yaratıcı olmak için müsait başka çok az yer var diyebilirim. Bunu dinleyicilerin tepkisinden, atmosferden ve enerjiden anlamak çok kolay zaten. Bu yüzden İngiltere’ye yerleşmemin bana kattığı yaşamsal ve kültürel etki dışında sanatsal perspektif anlamında daha açık olmamı ve özgür düşünmemi sağladı diyebilirim.
Yurt dışına gitmek ya da kendine dair bir hayali gerçekleştirmek isteyen insanlara her zaman, içlerindeki çocuktan kopmamalarını söyleyebilirim. Ben sıradan birisi olarak doğdum ve sıradan bir hayat yaşadım. Herkesin yaşadığı çelişkileri yaşadım, kutsal bir amaç için yola çıkmadım; sıradan, yüce olmayan insanlarla birlikte hayatımı yaşamak istedim. Hayata dezavantajlı başlasanız, İstanbul’un gettolarında doğsanız bile, Londra’da kendinizi sanat üzerinden var edebilme ihtimalinin olduğunu göstermek istedim ve hayal gücü iktidara dedim. O yüzden umarım hikayem insanlara ilham kaynağı ve zincirlerini kırmaları adına bir köprü olur.
Son bir temenni olarak, umarım serüvenciler her daim yollara düşer; Çukurova’dan, Karadeniz’den, Aydın’dan, Diyarbakır’dan, sıradan emekçi mahallelerden… Ve kendini tek değişmez güç sanan ve şu anda birçok şeye hükmeden anlayışa karşı; sıradan insanların da var olduğunu ve en az elitler kadar sanat yapabilme hakkına ve potansiyeline sahip olduklarını hatırlatırlar.
Tabii ki. Linkler aşağıdadır, teşekkürler.
Spotify:
https://open.spotify.com/artist/3yis4Ky934uLV0u5Zu2XAD
YouTube:
https://m.youtube.com/@sinanarmutlu
Instagram:
https://www.instagram.com/sinanarmutlu
INTERVIEW WITH SINAN ARMUTLU FOR SOSYETE ART