TRT’de spikerlik yaptığınız yıllarla, haberciliğin son dönemlerini kıyaslarsanız neler söyleyebilirsiniz?
1970 yılında haber spikeri olarak TRT kanalında yayına çıktım. Zafer Cilasun’la iki yıl boyunca her yayın gecesi birlikte haber sunduk. İkimiz de Ankara Radyosu’nda uzun yıllar çalışmıştık. 1980’de TRT’den ayrıldım İstanbul’da reklam sektöründe çalışmaya başladım. Özel televizyonlar yayına başladığında ATV’nin ilk döneminden ve kuruluş aşamasından başlayarak, TV8’de on yıl haber programı sundum. Özetle Türk televizyonculuğunun hem kamu yayıncılığı hem özel yayıncılık dönemlerini yaşayarak denemiş oldum. 70’lerin, 80’lerin televizyon haberciliğiyle günümüzdeki uygulamanın zerre kadar benzerliği olmadığı açık. Bir kere, o zaman kamu yayıncılığı yapıyorduk. İlkeli, kurallı, disiplinli, kamu çıkarını gözeten bir yayıncılık anlayışıyla çalıştık. Özel kanallar reklam gelirlerini artırabilmek için izleyicinin hoşuna gideceğini düşündükleri, dizi ağırlıklı yapımlar ve sansasyonel habercilikle müşteri toplama yarışına girdiler. TV8’in ilk yayın dönemi, ki yaklaşık on yıl sürdü, kamu yararını gözeten bir habercilik, belgeseller, siyasetten spora günlük sorunların tartışmaya açıldığı renkli programlar hazırladık. Küçücük bir kadroyla muhteşem yayınlar yaptık ama ne yazık ki o ATV’nin, Star’ın, Kanal D’nin, Show’un müşteri çığırtkanlığını, reyting sevdasını aşıp, öne çıkamadık. Biliyorum ki o kanalları yöneten eski TRT’ci arkadaşlarım kendi kanallarını değil bizi izliyordu. Habercilik bugün bir tür eğlence haberciliğine dönüşmüştür. Sunucular da eksik ve sakat Türkçeleriyle masalarından ayağa kalkmış, bol el kol hareketleriyle birer tiyatro oyuncusu konumunda. 70’li yılların siyah beyaz ekranı teknolojisiyle, programlarıyla belki geriydi ama onları üreten kadronun üstün nitelikleri vardı; çünkü hiç bilmedikleri, öncesi olmayan bir şeyi yaratmaya çalışıyorlardı. Bir örnek vereyim, ben o yıllarda hiç Avrupalı bir televizyon haber spikeri izlememiştim. Ne zaman ki Avrupa’ya gittim, Hollanda’yı, İngiltere’yi, Almanya’yı gördüm, habercilikte aramızdaki mesafeyi o zaman görüp anladım. Oysa TRT, Avrupa’dan bir haber filmi ısmarladığında o film 15 gün gümrükte bekliyor, denetimden geçiyor ve parası ödenip alınabiliyordu. İstanbul’da çekilen bir haber filmi THY pilotuna teslim ediliyor, Esenboğa’da bekleyen arkadaş filmi teslim alıyor. Film banyoya giriyor, montajı yapılıyor ve yayına hazırlanıyordu. Şimdi bu uzun zaman alıcı işlem, bir linke bağlanmakla bitiyor. Aradaki fark budur. Televizyonculuk eski ruhunu kaybetmiştir. TRT acınacak duruma düşürülmüş, iktidarın borazanı olmuştur.
2. TRT içerisindeki bir anınızı bizlerle paylaşır mısınız?
Haberleri erkek-kadın birlikte sunduğumuz günlerdi. Ülkü Kuranel’le birlikte ekrandaydık. Haberin artık sonuna yaklaşıyorduk. Son haberin spor olması gerekiyordu. Baktım önümde yok. O sırada Ülkü bir haberin girişini okudu ve film girdi yayına. Ülkü’nün önündeki bültene uzandım kontrol için Ülkü şaşırdı. Onda da yoktu haber. Haber yönetmeni Ali Kırca’ydı. Reji odası bir alt kattaydı. Uzun bir koridor ve merdivenler.. Ani bir kararla yerimden kalktım, kameraman, stüdyo yönetmeni ve Ülkü’nün şaşkın bakışiları altında stüdyodan fırladım. Koşarak koridoru ve merdivenleri indim. Ali’nın n’oluyor yahu demesine fırsat vermeden önündeki spor metnini alıp fırladım. O merdiveni ve koridoru nasıl geçtiğimi anımsamıyorum. Stüdyoya soluk soluğa girdim. Yerime oturdum. Sıra spor haberine gelmişti. Ülkü yine şaşkın bana bakıyor. ‘Şimdi spor haberler’ demeye çalıştım. Ama ciğerlerim o sesi çıkarmaya izin vermedi. Ülkü dedim ve kağıdı uzattım. Ülkü haberin girişini okudu ve film yayına girdi. Sonrası daha ilginç tabii, seyirciler kalp krizi geçirdiğime kanaat getirip sürekli telefonla aramışlar. Kimileri Hacettepe Hastanesi aciline gidip beni sormuş. Bir gün sonraki gazetelerde Erkan Oyal ekranda kalp krizi mi geçirdi haberi… Haber sorumluluğu işte böyle bir şey.
3. Habercilik nasıl olmalı?
Avrupa’da haber demiştim. Artık televizyonlarımızda İngiltere’yi, Fransa’yı, İtalya’yı izleyebiliyoruz. Hiç birinde sunucular ayağa kalkıp gezinmiyor. Adam gibi oturup haber sunuyor, canlı bağlantıda sorularını soruyor. Seyircinin dikkatini dağıtmamak, haberi öne çıkarmak önemli. Seyirci sizin saçınızla, kravatınızın deseniyle ya da takınızla ilgilenirken haberi kaçırabilir. Haberin tekrarı yok. Haber dili, haberin Türkçesi önemli. Haber ve yorumun birbirinden ayrılması evrensel gazetecilik kuralıdır. Bugün tüm kanallar haber adı altında yorum yapıyor. Siz objektif, tarafsız, çok yönlü haber yapın, bırakın seyirci yorumu yapsın. Metin okumaktan çıkıp, olayı anlatma çabasına girince zaten cümleler, kelimeler birbirinin içine girip anlaşılmaz bir curcuna olmamalı. Türk televizyonları ikiye bölünmüş durumda; muhalif üç buçuk kanal ve sayısı belirsiz yandaş kanallar. Aynı olayın taban tabana zıt yorumları… Bu habercilik değil, tam adı ajitasyon…
4. Son günlerde neler yapıyorsunuz? Sanat var mı hayatınızda? Vaktinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sanatsız, hele edebiyatsız, romansız, öyküsüz, şiirsiz, sinemasız bir gün düşünemiyorum. Elbette bir oyun izlemek, bir sergi gezmek insanı zenginleştiren olaylar ama pandemiden bu yana neredeyse bu alışkanlığımızı yitirmekteyiz. Yani oran olarak azaldı. Daha çok kitap okuyor, film izliyorum.
5. Reklam dünyası eskiden nasıldı? Günümüz ile karşılaştırır mısınız?
Reklamcılık 1980’lerden 2010’lara kadar çok hareketli, çok yaratıcı ve çekici bir sektördü. Reklamı ana fikri, sözü, film senaryosu, fotoğrafı, cıngılıyla birlikte düşünmek, planlamak müthiş bir çabaydı. Özü aynı kalsa da o da artık parkur değiştirdi. Önce ajanslara Machintosh girdi, letrasetler, kesip biçmeler, yapıştırmalar dia banklar ortadan kalktı, story boardlar önem yitirdi. Reklam filmi yönetmenliği, yaratıcı yönetmenlik, art direktörlük hala önemli kuşkusuz ama o dönemde çok gözde mesleklerdi. Ardından internet geldi. Dijitalin saltanatı başladı. Şimdi kim nerde ne reklamı yapıyor, nerde yayınlanıyor, belirsiz. Gazeteler önemini fazlasıyla yitirdi. Basın ilanları artık etkisiz. Hürriyet gazetesi eskiden amiral gemisiydi, şimdi bir mavnaya dönüştü. Televizyon kanallarından öne çıkan yok. Hepsi birbirine benziyor. Program yok, kaliteli yapım çok az. Haberin encamını biraz anlattım. Önceleri prime time deyince yeni reklamlar sektörde heyecan yaratırdı. Şimdilerde böyle bir durum olduğunu sanmam. Zirvedeki reklamcılar çoktan bu işten el etek çektiler zaten.
6. Üniversiteler ile iletişim dallarına gönül veren gençler neler yapmalı?
İletişim fakülteleri de üniversitedeki genel çöküşten payını alıyor. Üniversite, adı üstünde evrensel bilgi kaynağı. Bilim, araştırma, eğitim yapılan yer. Meslek yüksek okulu değil. Yani mutlaka meslek sahibi yapmaz insanı ama belli bir konuda bilimsel bilgiyle donatır. Böyle bir iletişim fakültesi haber, film, dijital sanatlar, radyo, televizyon, halkla ilişkiler bölümleriyle giderek kuramsaldan pratik çalışmalara doğru kayma ve özünü kaybetme durumunda. Öğrenci de bundan hoşlanıyor. Kuramdan bize ne, hemen film yapalım, haber sunucusu olalım, halkla ilişkiler şirketi kuralım havasındalar. Vakıf üniversiteleri de buna çanak tutuyor. Popülerlik üstümüzden dökülüyor. Velhasıl, içinde hoca olarak bulunduğum için biliyorum durum hiç parlak değil, giderek de bozulma sürecinde.
7. Hayat felsefeniz nedir?
Yaşamım boyunca toplumcu, ilerici, eşitlik, özgürlük ve adalete önem veren, güzeli ve doğruyu arayan, ileriye açık bir çizgi izlemeye çalıştım. Pek çok hayal kırıklığına karşın umarım ulaşabildiklerimle yetinmek durumundayım. Geleceğin puslu haritasında pek de aydınlık şeyler göremiyorum.
8. Hobileriniz nelerdir?
Önce deniz ve uzayla ilgili her şey… Anadolu arkeolojisiyle ilgili gelişmeleri, yayınları izlemek, Behçet Necatigil ve Cemal Süreyya okumak, ufak tefek koleksiyon objeleriyle uğraşmak, biraz bitkilerle ilgilenmek, fırsat buldukça ufak tefek öyküler yazmak…