ABDULLAH ATAŞÇI İLE SOSYETE ART BULUŞMASI


Suna Baykam: Abdullah Ataşçı yazar olmaya nasıl karar verdi?

Abdullah Ataşçı: Yazar olmaya çalışmak belirli bir süreçte karar vermekle mümkün olan bir şey değil zannımca. Kendiliğinden gelişen bir süreç. Bir gün bir de bakmışsınız ki yazmaya başlamışsınız.
Sanatın herhangi bir dalına bulaşmanın en temel koşulu bana göre yalnızlığı tercih etmektir. Bende de bu böyle oldu. İlkokulda tembel bir öğrenciydim, hatta okuma yazmayı geç yaşlarda sökecek kadar. Aynı sınıfta olduğum bütün arkadaşlarım harıl harıl okurken ben hiçbir şey okuyamıyordum. Bu durum üçüncü sınıfa dek sürünce o yıl sınıfta kaldım. İkinci kez başka çocuklarla aynı sınıfa devam edince bir şeylerin ters gittiğini fark ettim ve bundan da rahatsız oldum. O yıl sanki zamanı gelmiş gibi okumaya geçtim birden. Okuyunca, deli gibi kitaplara sarıldım. O yıllarda hayat hep sokaklarda akardı ve ben kitapların dünyasına sızınca, bile isteye eve kapandım. Kitaplardaki hayat dışarıdaki hayattan daha şenlikliydi çünkü. Ortaokul yıllarımdaysa okumak gibi yazmanın da insanı özgürleştirdiğini fark ettim birden ve sevdiğim yazarları taklit ederek yazmaya koyuldum. Bölük pörçük, rastgele, kendimi oyalayan şeylerdi yazdıklarım.
Lise yıllarında iki edebiyat öğretmenim oldu ve ikisi de hakikaten iyi öğretmenlerdi. Onlar sayesinde dünya edebiyatından da yepyeni yazarlar tanıdım. Amerika’da ya da Rusya’da yazılmış bir metnin, dünyanın başka bir yerindeki beni bulup etkilemesi, yazının zamandan ve mekândan bağımsız olarak nasıl da güçlü olabileceğini gösterdi bana. O dönem biraz daha düzenli yazmaya başladım. İl ve ülke genelinde kompozisyon yarışmalarında dereceler de alınca motivasyonumun arttığını da söyleyebilirim. Ama bütün bunlar yazar olmaya karar vermek için yeterli gelişmeler miydi, bilemiyorum. İnsan yazar olma yolunda ilerlediğini ancak ilk kitabı yayımlandığında idrak edebiliyor.

Suna Baykam: İlk eserinizden sonra sizi yazmaya teşvik eden kişiler kimlerdi ve amatörlüğünüzü nasıl üzerinizden attınız? O günlerdeki duygularınızdan bahseder misiniz?

Abdullah Ataşçı: Öncelikle şunu söylemeliyim: Yazma konusunda kendimi hâlâ acemi biri olarak görüyorum. Umarım bu hep böyle de devam eder.
Demin de söylediğim gibi lisede Ayfer Turan ve Ayşe Yaşar gibi iki değerli edebiyat öğretmenimin olması benim için büyük bir şanstı. Özellikle Ayşe Yaşar’ın desteklerini unutmam mümkün değil. Sonraki yıllarda üzerimde yazar ve yayıncı abim Remzi İnanç’ın önemli yönlendirmelerinin ve katkılarının olduğunu belirtmeliyim. 90’lı yıllarda sık sık Toplum Kitabevi’ne giderdim. Remzi İnanç daha önceleri Zafer Çarşısı’nda olan kitabevini Bayındır Sokak’a taşımıştı. Zafer Çarşı’sında olduğu gibi bu yeni yerine de pek çok yazar ve şair gelir giderdi. Onlarla tanışırken müthiş bir heyecana kapıldığımı çok net hatırlıyorum. Neler konuştuklarına kulak misafiri olur, bir şeyler öğrenmeye çalışırdım hep. İşte o yıllarda cesaret bulup yazdıklarımı Remzi İnanç’a gösterdim bir gün. Öykülerimi beğenince onun aracılığıyla bazı dergilere göndermeye başladım. Öykülerimin dergilerde yayımlanması yazma hevesimi daha da arttırdı tabii. Böylece öyküler birikmeye başladı. Bu öyküler kitap boyutuna ulaştığında da arkadaşlarımın dürtmesiyle dosyamı Doğan Kitap’a postayla yolladım. Aylar sonra umudumu tamamen kestiğim bir dönemde yayınevinden dosyamı beğendiklerini ve basmaya karar verdiklerini haber veren bir telefon aldım. Hayatımda beni en çok heyecanlandıran anlardan biridir o an.
Evet, hiçbir şey ilk kitabın heyecanına denk değil ama sonraki kitapların yazma ve basılma sürecinde de benzer duyguları hep yaşadım. Yazmak, bir yerde aynı kitabın içinde yeni kitaplar yazmaksa bir yerde de alıcısını bilmediğiniz adreslere belki de zamanın boşluğuna mektuplar göndermenizdir tamamen.

Suna Baykam: Piyasadaki kitaplarınızdan hangisi en çok beğeni topladı? Sizin en beğenerek yazdığınız kitap ve dönemi anlatır mısınız?

Abdullah Ataşçı: Bu çok zor bir soru. En beğenilen kitabımın hangisi olduğunu hakikaten bilmiyorum. Bilmememin iyi olduğuna da inanıyorum. Birinin daha fazla ön plana çıkarılması, diğerlerine haksızlık olurdu kesinlikle. Yine de Attilâ İlhan Roman Ödülü’nü almış olmasından dolayı Yara Bende sanki diğerlerinden bir adım daha öne çıktı, en azından sosyal medya dolaşımlarından bana öyle geliyor.
Bir yazar için kitaplarını beğeni sırasına koyması hiç de kolay değil. Kitaplarımı yazarken hem haz hem de sancı duyarım. Sancıyı en çok hissettiğim kitabım Dağda Duman Yeri Yok’tu. Beni hazzın üst seviyesine çıkaransa Yara Bende oldu. Bu romanda sonuçta çok iyi bildiğim mekânlarda dolaştırdım kahramanlarımı. Ayrıca kahramanların her biri, öyle olmadıklarını çok iyi bilmeme karşın, sanki gerçekten de hayatımda var olmuş kişilerdi.


Suna Baykam: Yazılarınızda hangi özelliklere dikkat ediyorsunuz? Okurları nerelerde gezdirmeyi seviyorsunuz?

Abdullah Ataşçı:Her okuma deneyimi nasıl biricikse her yazma deneyiminin de öyle olduğuna inanıyorum. Hiçbir metnimin yazma süreci diğerine benzemediğinden bunu rahatlıkla ifade edebilirim. Sınırlarını siz koymuş olsanız bile yazdığınız metne tabisiniz sonuçta. Kafka’nın dediği gibi bir şekilde çalışma masam belirliyor aslında yazma sürecimi.
Metnime öncelikle kendim inanmalıyım. Bu yüzden de anlattıklarımın doğal bir dünyada cereyan ettiğini göstermek için yoğun bir çaba harcıyorum. İyi veya kötü olsun karakterlerimi anlamakla mükellef olduğumun da farkındayım. Anlamak da tek başına yetmiyor bir yerde, saygı da göstermeliyim. Zamanın, mekânın, olayların ve kişilerin birbirlerine gereksinim duyduklarının bilincinde olarak bütün bu unsurların bir hikâyede aynı derecede güçlü olması gerektiğini de bilerek çalışıyorum. Hikâyenin geçtiği dönem ve mekânlara uygun olacak şekilde her metnimde daha önce hiç kullanmadığım yeni kelimeleri de mümkün olduğu kadar kullanmak için didiniyorum.


Suna Baykam: Erkek yazar ile kadın yazar farklılığı var mıdır? Tür farklılığı olarak değil kelime seçimi ve anlatım biçimi olarak sormak isterim.


Abdullah Ataşçı: Yazarın yazar dışında başka bir kimliği yoktur bana göre. Kadın yazar, erkek yazar, genç yazar, tecrübeli yazar, usta yazar… Böyle adlandırmalar hakikaten gereksiz geliyor bana. Önemli olan erkek bir yazarın kadın gibi, kadın bir yazarın erkek gibi düşünmesi değil midir? Seksen yaşında ama sanki yirmili yaşların heyecanı ve yepyeni bir dille harika metinlere imza atayan yazarlar olduğu gibi gencecik yaşlarında, sanki birkaç ömür yaşamışçasına gıpta edilen bir birikimle yazan yazarlar da var. Yaşı ne olursa olsun veya kadın olsun erkek olsun her yazar sonuçta en iyi bildiği hikâyeyi anlatmaya çalışır. Bilmezse bile yazmaya karar vermişse o hikâye için yoğun bir emek harcayarak bize onu çok iyi bildiğini hissettirmeye çalışır. Bazı erkek yazarların kadınların dünyasını, bazı kadın yazarların da erkeklerin dünyasını çok iyi anlatabildiğini de gördüğümüze göre böyle bir adlandırma bana gerçekten de gereksiz geliyor.


Suna Baykam: Yazdığınız bir romandan sonra sizi yeni bir romana davet eden ilham nasıl başlıyor ve bu nasıl kelimelere dökülüyor?


Abdullah Ataşçı: Çoğu zaman bitirdiğim bir kitaptan sonra yeni bir şey yazamayacağımı düşünürüm. Sonra yazmadan duramayacağımı bildiğim için birçok yerden fikirler çıkıp gelir. Bazen yıllar önce düşünüp de sonra unuttuğum bir konudur bu ya da bir metnimde azıcık değindiğim ama aslında çok daha genişleterek ya da yazarken alacağım hazzın farkında olduğumu bildiğimden sayfalar dolusu şöyle köpürte köpürte, ballandıra ballandıra anlatmam gereken bir olay veya hikâye kişisi kapımı çalar. Aslında öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki, tanıklık ettiğimiz, içimizi acıtan, yaşanmış onca acı varken anlatmamak büyük bir eksiklik gibime geliyor. Anlatmamız gerekiyor çünkü çabuk unutan bir toplumuz. Bazen en acılı, en sarsıcı, sonuçları inanılmaz etkileyici olan olayları bile hiç yaşanmamış gibi geride bırakıp hayatımıza devam edebiliyoruz. Edebiyat bir yerde bunları göstermek, sezdirmek, hatırlatmak da değil midir? Aslında bunu yapmak, sadece kendimize değil, gelecek nesillere de borcumuzdur. Zamanın ruhunu yansıtacak, olmuş ve olabilecek büyük olayları yazmayacaksak neden yazarız ki…


Suna Baykam: Sayısı gittikçe artan kitaplarınızda kelimeler ile değişen konularda zorluk çektiğiniz anlarda ne kadar düşünüyorsunuz?

Abdullah Ataşçı: Her metnin yazma sürecinde bilinen ve bilinmeyen bazı zorluklar vardır. Her gün mesaisi olan bir işte çalışmak, çocuklar ve evle ilgi sorumluluklar, hayatın hayhuyunda edebiyat dışında yapmanız gereken diğer pek çok uğraş, aslında yazma sürecinde bilinen zorluklardır. Elbette yazmaya karar verdikten sonra diğer şeyleri bir kenara itmeniz beklenemez yine de bazen işler o kadar üst üste yığılır ki bir türlü yazmak için zaman bulamazsınız. Üstüne üstlük okumanız gereken kitapların önceliği de vardır ve onlar için bile iki arada bir derede zaman yaratmak için didinip durursunuz.
Yazma sürecinde önceden tahmin edemeyeceğiniz zorluklarla baş etmek biraz daha zor. Metinde bir noktaya gelirsiniz ve orada pat diye durursunuz. Neden orada kaldığınızın bir cevabı hem vardır hem de yoktur, yeniden yola koyulmak için çabaladıkça oraya daha da saplanıp kalırsınız. Bu belki birkaç gün belki birkaç ay devam edebilir. Öngöremezsiniz. Bir başka zorluk da metnin size başkaldırısıdır. Yani ona tabi olarak yazma hazzının içinde savrulup durursunuz. Bu bazen iyidir ama bazen hakikaten nereye sürüklendiğinizi bir türlü kestiremezsiniz. Heyecanla yazmaya devam edersiniz. Ama bir yerde dönüp baktığınızda metninizin size oyun oynadığını fark edersiniz birdenbire ve şevkle yazdığınız sayfaları bir kalemde silersiniz. Burada da devreye elbette sabır giriyor. Tıkandığımda sabırlı olmamın ne büyük erdem olduğunu neyse ki artık biliyorum.

Suna Baykam: Yeni yazan yazarlara tavsiyeleriniz nelerdir?


Abdullah Ataşçı: Hiçbir yazarın yazma ritüelinin başka bir yazarınkine benzediğini düşünmüyorum. Nasıl ve neye inanıyorlarsa öyle yazmak çoğu zaman en doğrusudur. Bu elbette gelişigüzel yazmak değildir. Bilinen bir şeyi yeni baştan ama hiç kimseninkine benzemeyen bir şekilde söylemek gerekiyor sonuçta. Bunu yaparken de söylediğimiz şeye, öncelikle kendinizin inanması gerekir. Çoğu zaman bunu ben de yazabilirdim, dediğimiz metinler aslında en çok emek harcanarak yazılan metinlerdir. Böyle düşünmemizin nedeni söyleyişteki kolaylıktan kaynaklanıyor. Bunu yapabilmek de hakikaten çok zordur. Bu açıdan geçmişten günümüze yazılmış pek çok nitelikli metni okumalarını salık veririm. Bu tür metinler yolumuzu bulmakta deniz feneri görevi görür.


Suna Baykam: Dünya yazarları ile Türk edebiyatının zenginliği arasındaki dengeyi nasıl tanımlarsınız?


Abdullah Ataşçı: Bütün yazarlar asırlardır inşası devam eden o büyük yapıya bir tuğla koymak için yazıyor aslında. Bazılarının zamanla koyduğu tuğla oradan düşebiliyor veya görünmez olabiliyor; bazılarınınkiyse her dönem pırıl pırıl parlıyor durduğu yerde. Bugün geçmişten günümüze yazan her yazara minnet borçluyuz. Diyelim Dostoyveski, Woolf, Tolstoy, Beckett, Hemingway, Kafka ya da Celine hiç yaşamamış olsalardı onları tanımadığımızdan asla eksikliklerini bilemeyecektik ama çok şükür ki yaşadılar ve yazdılar. Şimdi bunu bilerek bu yazarların hiçbir metninin dolaşımda olmadığını bir düşünelim. Her birimiz için müthiş bir eksiklik olurdu bu. Eserlerini asırlardır inşa edilen o yapıya öyle sağlam öyle güzel yerleştirdiler ki ışıltıları her daim fark edilecektir.
Dünya edebiyatında olduğu gibi bizim edebiyatımızda da nice büyük yazar var. Aynı dilde yazdığımız için herkesten daha yakınlar bize onlar. Ayrıca o büyük yapıya da tuğlalarını öyle güzel yerleştirdiler ki sadece bize ait de değiller artık, bizim olduğu kadar onları kendi dilinden okuyan başka coğrafyalara da aitler.
Son dönemde hem dünyada hem de ülkemizde belki daha az nitelikli eser yazılıyor olabilir ama değişen dünyanın koşullarına uygun olacak şekilde bugün de bir yerlerde iyi metinler yazıldığına inanıyorum. Gelecekte de bu böyle olacaktır şüphesiz.
Suna Baykam: Kitap okurken sıkılan gençlere de bir tavsiyede bulunur musunuz? Yeni nesiller kitap seçerken reklamdan mı etkileniyor?
Kitap okuma tavsiyesi çok yaptığımız bir şey de kitaptan sıkılan gençlere tavsiye vermek biraz zor bir durum olsa gerek. İki çocuğum var ve aynı zamanda öğretmenim. Çocukların kitap seçme konusunda özgür bırakılmasından yanayım. Bunun için kütüphaneler ve kitabevleri bence çok önemli yerler. Oradan istedikleri kitapları seçerek okumaya başlamaları en iyisi. Elbette seçtikleri kitapları beğenmeyebilirler de. O zaman onu okumama özgürlüğüne de sahip olduklarını bilmelidirler. Okumanın hazzını yaşamış bir çocuğun büyüdüğünde daha nitelikli eserlere yöneleceğinden hiç kuşkum yok. Bunu bir baba ve bir öğretmen olarak deneyimlerime dayanarak söylüyorum. Bizler, çocukken veya gençken başladığımız kitabı bitirmemiz gerektiğine inandırıldık. Sonra yaş kemale erince, hayatın kısa olduğunu, nitelikli pek çok kitabı bile okuyamadan bu dünyadan göçüp gideceğimizin ayırdına vardık. Gençlerin başlayıp da sevmedikleri kitapları bırakma hakkı olmalı kesinlikle. Onlara tavsiye edebileceğimiz tek şey, sıkıldıkları kitabı bırakmaları ve yeni bir kitaba başlamaları olacaktır.
Sanırım gençler, sosyal medya üzerindeki paylaşımlardan etkilenip kitap seçebiliyorlar. Ama hangi yaşta olursa olsun bana göre en etkili reklam yöntemi, arkadaş tavsiyesidir. Arkadaşlarından etkilenip de kitap okuyan pek çok genç tanıdım.


Suna Baykam: Abdullah Ataşçı nasıl tanınsın istersiniz?


Abdullah Ataşçı: Her yazar gibi yazdıklarımla elbette. Bir de hiç şüphesiz nasıl yaşıyorsam öyle…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Manşet Haberler ...