“YALANLAR”, BOŞLUKLAR VE BUZDAĞLARI

(DORİS DÖRRİE’NİN “YALANLAR” ÖYKÜSÜ ÜZERİNDEN BİR OKUMA)

GAMZE GÜLLER

“Yalanlar” Doris Dörrie’nin “Ne İstiyorsunuz Benden”* isimli öykü kitabında yer alan ve yazarın anlatma becerisini öne çıkaran öykülerden biri. Öykülerinin çoğunda yazarın sinemacılıktan gelmiş olmasının izleri görülebilir. Sahne kurma ve anlatma becerisi, görselliğin iyi tasvirleriyle canlı ve inandırıcıdır.

Rosemarie Hüttner yeni işe başladığı okulda ilk fotoğrafçılık dersine girer. Önemli bir fotoğrafçıdır ama elbette fotoğraf çekmek başka, bir sınıf dolusu, genç insanın ilgisini çekmeye çalışmak başkadır. Bu nedenle biraz huzursuzdur. Zaten sınıf da yeni doçente olan ilgisini çabucak kaybeder. Herkes başka bir şeylerle meşgul görünür. İçlerinden bir tek, Rosemarie’nin sınıfa girer girmez dikkatini çeken ve farklı görünüşünden dolayı “dev” olarak adlandırdığı çocuk ilgiyle onu dinlemektedir.  Genç hem çok iri hem de çok çirkindir. Bu çirkinliğin tanımı etraflıca yapılır.

Fotoğrafçılıkta ışığın öneminden bahseder Rosemarie ve bunu pratikte de gösterebilmek için öğrencilerle bir deney yapmak ister. Sahneye bir gönüllü çağırır. Maalesef dev hemen gönüllü olur, ondan başka da istekli çıkmaz. Devin görünüşü o kadar çirkindir ki “ışığın ve gölgenin kraliçesi” olarak anılan Rosemarie korkar. Işığı nasıl kullanırsa kullansın onu güzelleştiremeyeceğini düşünür. Oysa bu konuda oldukça beceriklidir. Nice çirkinlikleri örtbas etmiştir o güne dek.

“Bir kadın yüzüyle başlasak daha iyi olur,” diyerek yanına gelmek üzere hareketlenmiş genci durdurur ve sıradan bir güzelliği olan başka bir kıza işaret eder. Sonra hünerlerini göstermeye başlar. Işık onun elinde gerçekten de mucizeler yaratmaktadır.  İddiası ışığın yalan söylediğidir. Gösterilen şeyi nesnel olmaktan çıkarır ve öznelleştirir ışık. Sanatçı da onunla istediği yalanı söyleyebilir. Kızla işi bittikten sonra düzeneği kaldırmaya çalışır ama korktuğu gibi dev yeniden ayaklanır ve kararlı adımlarla ona yaklaşır. Rosemarie’yi iyice telaşlandırır bu durum. Dev ışığın altındaki sandalyeye oturur. Endişeli kadın ampulle çeşitli jestler yapar ama ne yaparsa yapsın devin çirkinliğini örtecek bir yol bulamaz. Yarattığı her sahne onu sanki daha da çirkinleştirmektedir.  İlk defa ışığa yalan söyletemez, başarısız olur.

Dersin nasıl sona erdiğini bile hatırlamaz. Hatta öğrencilerin sınıftan çıkarlarken onu küçümsedikleri hissine kapılır. Çok morali bozulmuştur. Tam o da sınıftan ayrılacakken dev yanına yaklaşır ve ona bir şey sormak istediğini söyler. Ona fotoğrafçı olmak istediğini ama insanlara fotoğraflarını çekip çekemeyeceğini sormaktan korktuğunu söyler. Sonrasında da Rosemarie’yi bir fincan kahve içmeye davet eder.

Kantinde karşılıklı otururlar. Rosemarie yerini dikkatsizce gölge olan tarafta seçmiş, dev ise kavuniçi lambanın tam altına oturmuştur. Ânında bu durumdan pişman olur. “Herkes korkar,” der Rosemarie. Eğer ben korkmasaydım fotoğraf çekemezdim. Korkumu yenmek için fotoğraf çekiyorum.”  Neden fotoğraf çektiğiyle ilgili ilk defa bu kadar gerçek bir yorum yapabilmiştir. Hatta belki de o âna kadar böyle hissettiğinin farkında bile değildir. Dev dostça neden korktuğunu sorar ona. Rosemarie dünyadan korktuğunu söyler. Korkmamak için her şeyi tanıması gereklidir, tanımak için de fotoğraflarını çektiğinden bahseder.  Dev onun bu karamsarlığına gülümser ve “Dünyadan korkmak yalnızca buysa,” der. Rosemarie’nin ellerini kendi ellerinin arasına alır. O anda lambanın ışığı kulaklarına vurmaktadır. Rosemarie’nin o güne dek gördüğü en güzel kulaklara sahiptir.

Öykü Rosemarie ile başta önyargıyla “dev” olarak adlandırdığı delikanlının birbirlerini anlamaları ve dostça bir duygudaşlık kurmaları ile sona erer. Rosemarie kendiyle ilgili çok şey keşfetmiştir. Benzer dertleri, korkuları olan insanlar olduklarını anlamış ve aslında ışığın değil bakış açısının her şeyi güzelleştirdiğini keşfetmiştir.

Önyargı kişiyi körleştirmekte, ışığı öznel kullanmasına neden olmakta ve karanlık yerlerdeki güzellikleri kaçırmasına neden olmaktadır. Oysa dünyada güzellik ve çirkinlik görecelidir. Üstelik burada Rosemarie üzerinden temsil edilen sanatçı, bunlara en duyarlı, her şartta güzelliği bulup çıkarmaya kendini adamış olması beklenen kişidir.

Delikanlının hayattan korkusu, fotoğraf çekmek için insanlara yaklaşmaktan çekinmesi tamamen dış görünüşüyle ilgilidir. Muhtemelen herkes ona Rosemarie gibi tepki vermekte ve çirkin görünüşlü birinin güzel bir poz çekemeyeceğini düşünmektedir. Bu üzücü ön yargı hayatın pek çok alanında geçerli maalesef. Güzel insanların masum, çirkinlerinse suçlu olduğu yaygın inanışı kolay kırılacağa da benzemiyor. Üstelik güzellik anlayışı durmadan değişirken bile…

Bu öykü bir yandan da ışık ve fotoğraf üzerinden tür olarak “öyküye” benzetilebilir. Öykü yazarken benzer bir şekilde nesnelikten uzaklaşmamız ve öznel, kişisel, bize özgü bir bakış açısıyla başkalarının görmediği, fark etmediği bir yönden ele almamız gerekir yazdıklarımızı. Birçok kişi aynı manzaranın fotoğrafını çekmek için bir ağacın karşısına geçse, çıkacak sonuçlar birbirinden farklı olacaktır. Kimisi ağacın yalnızca dallarını, kimi gövdesini, kimi üzerine tünemiş kuşları çekerken bir başkası daha uzaktan ağacın bütününü fotoğraflamayı tercih edebilir. Benzer şekilde öykü de hayatın fotoğrafıdır. Orada gördüğümüz ve anlatmaya değer bulduğumuz ayrıntılar öyküyü yaratır. Işığı nereye tutarsak orayı gün yüzüne çıkarıp geri kalanı karartabiliriz yazarken. Her yeri aynı aydınlıkla anlatmaya kalkmak bizi nesnelleştirecek ve bahsi geçen öyküde de söylendiği gibi bizi genelgeçer olana yaklaştıracak yani sıradanlaştıracaktır. İşte bu nedenle her iyi fotoğrafın gerisinde fotoğrafçının yakaladığı iyi bir öykü vardır. Fotoğrafçının gözünü öykücünün gözüne benzetebiliriz. Onun kadrajına aldığı seçilmiş sahne, kendi zihin süzgecinden geçmiştir ve bazı ayrıntılar istenerek karenin dışında bırakılmıştır.

Öyküde de amaca hizmet etmeyen ayrıntıları ayıklamamız, yazdıklarımızı gereksiz süslerden arındırmamız gerekir. Peki her şeyi anlatmaya kalkarsak ne olur? Fotoğrafı bir öyküye benzetiyorsak o zaman sinema filmini de romana benzetmemiz mümkün. Nasıl bir sinema filmi, yine özgün bir bakış açısıyla, olayları, duyguları ve karakterleri daha ayrıntılı ve etraflıca anlatıyorsa bir roman da bunu yapar. Uzun uzun tarifleme, yaklaşıp uzaklaşma, yan hikâyeciklerle destekleme imkânına sahiptir bu anlatılar. Oysa öyküde hayattan küçük bir kesit yeterlidir.

Bahsettiğimiz “Yalanlar” öyküsü kısa bir sürede, sınırlı bir mekânda, az kişiyle yaşanan bir olayı aktarır. Önemli olan Rosemarie’nin iri delikanlıyla karşılaşması ve durumun onda yarattığı sarsıntıdır. Rosemarie’nin hem kişisel hem de mesleki hayatında bir kırılma yaşanır. O ânın bir fotoğrafı gibidir öykü. Oysa bu bir roman olsaydı, anlatılan olay belki de Rosemarie’nin aktarılacak pek çok gününden yalnızca biri olacaktır. O günün öncesinde ve sonrasında yaşananlar etraflıca tarif edilecek ve belki de Rosemarie’nin bu olay sonrası değişimi ve yine belki devle olan arkadaşlığı ilerleyen sayfalarda yer bulacaktır. Oysa öyküde olayın öncesi ve sonrası tamamen okurun hayal gücüne bırakılmıştır. Rosemarie’nin kim olduğuyla ilgili sınırlı bilgi verilmiş, ancak bu öyküyü ve olayı besleyecek ayrıntılar dikkatle seçilmiştir. Çünkü okurun bundan fazlasına ihtiyacı yoktur. Boşlukları kendi bilgisi ve düşünceleriyle dolduracak, kendi öyküsünü tamamlayacaktır okur. Yazar tam da öyküde anlatıldığı gibi ışığı bu ânın üzerine tutmuş, Rosemarie ve delikanlının hayatlarındaki diğer ayrıntıları anlatımın dışında bırakmıştır.

Bu durumda ışık yalan söyler mi? Ya da sanat bu aldatmacadan mı beslenir diye sorabiliriz kendi kendimize. Öyküde de söylendiği gibi yalanın malzemesi ışıksa, aydınlanmayan yerlerde neler olduğu belki de sanatın değil fakat bilimin konusudur.

Bu noktada belki de Ernest Hemingway’in “Buzdağı Teorisi”nden de (Iceberg Theory) söz etmekte fayda var. Şöyle söyler Hemingway: “Bir nesir yazarı, ne hakkında yazdığını yeterince biliyorsa, bildiğini atlasın. Yazar sadece yeterince samimi yazdığında okur; atlanan kısmı, yazar onu kâğıda dökmüş gibi güçlüce hissedecektir. Bir buzdağının zarifçe hareket etmesinin yegâne sebebi, onun sadece sekizde birinin su üzerinde bulunmasındandır.” Yani anlatıda bir alt metin oluşturmaya yetecek kadar bilgi verilmesi yeterlidir. Bunun ötesi okura bırakılmalıdır. Buna “boşluk bırakma” da diyebiliriz. İyi yazar okuruna güvenir ve anlattığından çok anlatmadığına gizler öyküsün gücünü. Bunu bulup çıkarmak ise iyi/has okurun işidir. Bu tür okura, okuma hazzı veren de bu keşiftir zaten.

Ne zaman iyi bir fotoğrafa baksam, fotoğrafçının ne gördüğü üzerinde düşünürüm. Onun gördüğü, hayal ettiği, bilinçli bir şekilde seçtiği o ânı hissetmeye ve boşlukları doldurarak kendi öykümü yaşatmaya çalışırım. Biz öykücülerin öyküye bu denli tutkun olmasının nedeni de bu belki. Başı sonu belli, ne hissetmemiz gerektiğini bize açıklayan, bize alan bırakmayan hikâyelerdense kendi öykümüzü kurgulayabileceğimiz, hayal gücümüzü tetikleyen anlatılardan vazgeçemiyoruz.

Hayal gücümüzü harekete geçiren ve kitabı kapattığımızda hem aklımızda hem de kalbimizde süren nice öykülerde buluşmak dileğiyle…

Ne İstiyorsunuz Benden? Doris Dörrie, İletişim Yayınları, 1993

*Yazar

Article Categories:
ARŞİV

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Manşet Haberler ...