Alaa’nın Evi

Alaa’nın Evi

Hasan Pekmezci*

“Hiçbir şey zannedildiği gibi değildir.

Yaşamda olup biten her şeyin ardında farklı nedenler, bilinmeyen gerçekler gizlidir.”

Bu ülkenin her yanından kim bilir kaç yüz bin ya da kaç milyon çocuğun yazgısıdır bu: Yetim kalmak, yetim olmak, yetim büyümek. Özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak yıkımlarını iliklerine kadar yaşayan bir imparatorluğun yaşadığı ve insanın tüylerini diken diken eden acımasız insan kıyımlarının artıkları; babasız çocukları. Balkan Savaşları’nın, Sarıkamış, Yemen, Çanakkale kırımlarının yetimleri. Alaa’nın  Amet işte bunlardan biri. Genç yaşta dul kalan anası ile birlikte, emmisi, köydeki söyleyişle Alaa’nın yanında, onun koruması altında, onun çocukları ile birlikte yaşama direnebilme gücünü gösterebilmiş bir yetim.  Osmanlı’nın yıkılma dönemi savaşlarından birinde ölüveren Hasan Efendi’nin oğlu Amet ya da köyde yaygın olarak bilinen adıyla Alaa’nın Amet. Babasını hiç göremeden doğan-büyüyen bir garip. Doğaldır ki babanın bu erken ölümü yüzünden bütün köyde Hasan Efendi’yi tanıyanlar ancak kendi döneminden yaşamda kalabilenlerdir. Bu yetmezmiş gibi yedi yaşlarında iken anası Dudu kadını da kaybedince ondan sonra gelen kuşak, Amet’i yanında büyüdüğü Alaa’nın oğlu bilmiş ve ömrünün sonuna kadar bu adla anılmasına neden olmuştur; Alaa’nın Yusuf, Alaa’nın İbram gibi iki oğlun yanında Alaa’nın Amet. Bir sığıntı, bir yetim, bin bir güçlük içinde. Bu Ali Ağa’nın söyleniş şekilleri de farklı olur çoğu zaman. “Alağa”, “Alaa” gibi bir kısaltma daha çok yaygındır, bu köyde.

*

Köy içinden (Pınarbaşı’na) Bınarbaşı’na giden yolun üzerinde, yüz, yüz elli adım solda, iki katlı yığma taş bir evdir, Alaa’nın evi. Onun ölümünden sonra bu yaşlı, beli bükülmüş ev Amet’e bırakılır. Çünkü hemen bu evin tam karşısına yepyeni iki ev, onun yanına da büyükça ahır-samanlık ve çaraş damı yapılmıştır; daha büyük, yeni ve sağlam. Bu evlerden biri Yusuf’a, biri de İbram’a verilir. Öyle ya yetim Amet’e yeni ev verilecek değil ya? Doğduğu günden başlayarak, ölmeden üç beş yıl öncesine kadar bütün yaşamı bu evde geçer, Amet’in.  Gün görmüş bu evde evlenir, kendisi gibi yetim bir kız olan Zera (Zehra) ile 1942’de. Bu evde doğar, ilk çocuğu Dudu Gülsüm ve iki yaşında iken bu evde ölüverir. Gülsüm göbek adı,halasının; Dudu, anasının adıdır, ortada konuşulandır bunlar, nüfus kayıtlarına geçen nedir bilinmez.  Oğlu Hasan 1945’te doğan ikinci çocuğudur, babasının adının verildiği. Ardından ikinci oğlu Akif doğar ve ona Zera’nın babasının adı verilir ve üçüncüsü Zeki. Zera genç yaşında yaşama pes ederek ayrılıverir, basitin basiti bir çıban yüzünden; Şirpençe veya şarbon denen. Kim bilir ne hayaller içinde gelin geldiği bu evden bir başka âleme gidiverir;  ”ne yaşadım, nasıl yaşadım” demeye fırsat bulamadan. Çok geçmeden yeni analı, ama her yanı acı dolu bir dönem başlar, Alaa’nın evinde.  Yeni ananın ya da analığın “dediğim dedik, çaldığım düdük” dönemi geçerlidir artık. Akif ve Zeki bu koşullara dayanamaz ve  analarını izlerler, ikişer, üçer  yıl arayla bu evde merhaba derler, sonu belli belirsiz yaşamlarına.  Neler yaşanıverir; kısacık bir zaman  dilimi içinde; yaşamak onlara çok görüldüğünden. Ki çoğu köylerde henüz nüfus kâğıtları bile çıkmamıştır bu yaştaki bebelerin. Böylece yaşam acımasızlığını erken gösteriverir bu iki minik cana karşı. Geriye bir Hasan kalır, şans mıdır, yaşama direnebildiğinden midir bilinmez. İlk aile böyle bir karabasan içinde dağılır, gider. Yerini, 13 yaşından itibaren Hasan Köyünü ter edip gittiği için çoğunu bir daha görmediği beş kardeşli yeni aile alır;  zaman içinde. Bundan sonrası daha uzun bir hikâye, çoğu da karamsar mı karamsar. Bu yüzden bu bölümü hızla geçerek asıl konumuuz olan Alaa’nın evinden  anlatmaya devam etmek daha iyi.

*

Yaşlı mı yaşlı evin duvarları, anıların yorgunluğu, zamanın ağırlığı altında yer yer patlayıp, bel vermiş; yıkıldım, yıkılacağım demekte. Yoldan yana, ön cephede bulunan yontma tahtalarla yapılma, kocaman hantal bir kapı. Her açılış ve kapanışta tiz sesli “cayırtılar” çıkaran. Katranla, piseleye piseleye üzerinde katmanlaşmış yarıklar, çatlaklar bulunan bu kapıdan girince sadece kapının açılmasıyla aydınlanan karanlık, loş, toprak bir avlu. Avlunun tam ortasında asırlık, görkemli bir ağaçtan yapıldığı belli olan ve evin çatısına kadar uzanan kalınca bir direk, is karası. Bu direk bir anlamda evin çatıya kadar iki katının temel dayanağı. Onun zamanın bütün aşınmalarını, izlerini taşıyan yamrı-yumru gövdesine çakılı çivilere asılı urgan, yular, tahra gibi çeşitli ihtiyaç malzemeleri; aletler, avadanlıklar. Az ilerde solda keçi ve koyunlar için ağıl; sağda, dipte evin tek eşeğinin ahırı. Ana kapının sağından yukarıya çıkan eğri büğrü ahşap bir merdiven ve merdivenin hemen arkasında samanlık. Yukarı çıkılınca sağda, yan yana iki oda. İlki oturma, yatma, yeme/içme, ne derseniz deyin; her şeyin yaşandığı oda. Yanındaki de mutfak, kiler, erzaklık. Evin bütün tavanları ve ahşap kısımları yıllarca üzüm pekmezi, tarhana, bulgur, kaynatılan bir avlunun isinin karası. Hemen belirtelim ki, bütün bu anlatılan yerlerin tümünün sık sık süpürülmesi,  sofaların, köşkün silinip süpürülmesi ve   her türlü  temizliği 13  yaşına kadar Hasan’ın görevleriydi.   

Bu iki odanın önü boydan boya yalınkat tahtaların yan yana çakılmasıyla meydana gelen, üzerinde kedi gezse gıcırtılar çıkaran sofa. Sofanın sağ köşesinde derme çatma tahtalardan kapısı ile evin tek helâsı. Sofanın yola bakan kısmı köşk. Bu öykünün kahramanı Hasan’ın;  yani Hasan Efendi’nin Amet’in veya Alaa’nın Amet’in, büyük oğlu Hasan’ın çocukluğunda bu köşk, ince tahta çıtalardan yapılan, çapraz-çapraz düzenlemeleri olan, yukarıdan aşağıya sürgülü, zevk işi kafeslerle kaplıydı. İyi korunmadığı için eskidiği, kırılıp döküldüğü, evin eski sakinleri gibi zamana dayanamadığı için olsa gerek; söküldü, atıldı; yerleri açık kaldı. Bu yüzden kışın bütün soğuğu, ayazı, yağmuru, yaşı, karı, tipisi evin içine kadar girdiğinden, sofa buz kesmiştir, yıllarca. Yazın da yakıcı, kavurucu sıcağında kurtarıcı bir esinti.   Evin üst katına çıkmak için, sofanın bir köşesinde tahta bir merdiven. Bu merdiven aklına gelince Hasan’ın gözlerinin önüne gelenleri bir bilseniz. Bu ayrı bir trajik öyküdür,  her anımsamada beynini oyan. Üst katta yine genişçe bir sofa, sofanın yola bakan cephesinde yine üst katın köşk kısmı. Onun yanında küplerin, küpeciklerin bulunduğu; tarhana, un, bulgur, kuru üzüm gibi yiyeceklerin ve pekmez küplerinin saklandığı bir küçük depo, köyün sözü ile ‘’güplük’’. Alttaki iki odanın tam üstüne  gelen iki ayrı oda. Bunlardan ilki  Köy evi buzhanesi. İkincisi  Alaa’nın yeri olarak bilinen, evin en değerli bölümü, has odası. Hasan’ın da çocukluğunda orada kalmaktan zevk aldığı; çoğu iç burkucu olmak üzere birçok anısının, çocukluk hayallerinin geçtiği yer. Buranın iç kısmındaki bütün duvarlar ahşap el işçiliği ile dolu. Kapıdan girince sağdaki ve karşıdaki duvarda nakış gibi işlemeli ahşap raflar, kap kacak konacak süslemeli nişler. Sol duvarda, yukarıdan aşağıya doğru süslü dolaplar, üst üste nişler; yanında yüklük ve onun bitişiğinde gusüllük. Ahşap kaplı tavanın tam ortasında içi hareli, sarı renkli, içe doğru kıvrımlı yaprakları ile yapma bir çiçek. Hasan’ın yer yatağına yattığında hayran hayran seyrettiği taklit bir nilüfer çiçeği. O zamanlar kimin aklına geldi ise, zevkli bir uygulama ve düşünce. Burada kalırmış Alaa, misafirlerini burada ağırlarmış, bu yüzden ağır, oturaklı, düzenli bir oda. Evin diğer odalarında bulunmayan özenli, düzenli bir ahşap süsleme.  Alaa’nın odasının yanında köy evi buzhanesi dediğimiz yer kışın buzdolabından farksız olduğundan; kışlık üzümlerin hevenklere asıldığı, domateslerin/gavetelerin, soğanların, patateslerin, kurutulmuş biberlerin saklandığı; kapının hemen solunda peynir tuluğunun bulunduğu büyükçe bir oda. Analık tarafından sürekli kilitli tutulduğundan her zaman girilemeyen bir çeşit kıymetli erzak odası. Bir şeye ihtiyaç olduğunda ya da olmadığında koşturulan hep Hasan olmuştur bu evde. Evin en büyük-büyüklük dediğin de, 6-12-13 yaş arası ve iş görebilen çocuğu olduğundan. Ayrıca belki de daha çok boş durmasın ve  eziyet olsun diye. O da seve seve gitmiştir; özellikle de çocukluk bu ya, yerlere serilmiş üzümlerden birkaç tanecik yürütebilmek hayaliyle. Ama sürekli iki göz üzerinde olur ki oradan bir şeyler yemesi canının çok yanması demekti. Bir iki üzüm tanesi kaçamağı bile bin bir acı söz getirivermiştir çoğu zaman, belki de dayak. Hiçbir şey yemese de ağzının içine bakılıverirdi kuşkudan. 

Bir köy çocuğu için ne çekici ve ne güzel olur o üzümler, özellikle tombul tombul siyah üzümler, kışın ortasında. Uzun, mor üzümler, taneleri patladığında parmakları kan gibi boyayan; mis kokulu üzümler.

Ayrıca onun başka görevleri de vardı: Her gün veya iki-üç günde bir evde yapılan yoğurtları, kaya tuzları ile karıştırarak bu odadaki tuluğa dökme görevi de onundu. Yoğurdun tuzunun yeterince konulmasında, ağzının iyi kapatılmasında, temizliğinde, tuluğun sızıntısıyla biriken suyunun dökülmesinde sorumluluk ona yüklenmiştir. Çünkü tuz eksik konursa, temizlik iyi yapılmazsa tuluk kurtlanıverir ve kötü kokular yapar kısa zamanda. Ayrıca yeterince yoğurt biriksin, süzülüp peynir haline gelsin; öteki kış için gerekli tarhanalık, tereyağlık çıkabilsin diye evde doğru dürüst süt içilmez, yoğurt yenmez bu yüzden. Ancak sulu/sütlü çorba, yoğurtlu/ayranlı çorba yapıldığında akla gelir yoğurt ve süt, çoğu yoksul ailelerde olduğu gibi.

Yoğurt kıymetli olunca çorbalar hep sirkeyle yapılırdı. Neredeyse sabah, akşam bulgur, azıcık yağ, sirke, su karışımı olan sirkeli çorba; çorba adına. Aslında çorba içilir ama burada içmekten çok, yufka ekmeğe katık edilir. Kahvaltı denen şeyi ve hele sabah sabah sirkeli çorba içilmediğini ilk kez kurtuluş kapısı olan öğretmen okulunda öğrenir, 13 yaşında Hasan. Pek çok alanda olduğu gibi.

 *

Alaa’nın odası ile bu büyük erzak odasının kapılarının arasındaki duvar geniş ve düzgünce bir tahtayla kaplıdır… Bir gün nereden aklına geldiyse tahta kaplı alana adını oya oya yazıverir Hasan. Belki kesmeyi, oymayı sevdiğinden ve bunu bildiği tek bir oyun gibi gördüğünden. Sonra yaptığını ve yazdığını unutur her çocuk gibi… Kaç gün ya da kaç ay geçtiyse, nasıl bir dayak yemeye başlar babasından, neden yediğini bilmeden. Elindeki bağ bıçağı ile babasının, “Hangi elinle oydun oraları, o elini keseyim de gör” diye bağırmalarından sonra anlayabilir suçunun ne olduğunu. Büyük bir korku içinde kalır. Nasıl korkmasın; bu bağ bıçağı denen şey öyle keskindir ki onun için. Koca asma dallarını bir hamlede koparıverir, testere gibi ağzı ile. Hasan’ın bir deri bir kemik eli, kolu, bileği nasıl dayanır bu bıçağa.

*

—Hasan’ın o zamana kadar görmediği, yıllar yıllar sonra tanıştığı, yüz yüze geldiği  üvey kız kardeşinin Ankara’da görevli oğlu “dayı” dedi, bir gün. “Dedemlerin evinde, duvarlarda senin tahtaya oyulmuş adın vardı, ne de güzel oymuşsun; ne zaman, neyle yazmıştın onu? Ta o zamanlardan belli imiş, yazı ve çiziye olan merakın”. Yeğenine söyleyemedi, bu yazı yüzünden bir ton dayak yediğini, anlatılmaz kötü sözler, hakaretler işittiğini. Nasıl söylesin, aradan geçen yarım yüzyıl. Anmaya başlayınca bunca yılı, bunca anıyı deşip çıkarmak gerek; yüzlerce acıyı yeniden hissetmek, yeniden yaşamak da var, üstelik.

*

Evin üst katının bir köşesinde küçük bir kapı, derme çatma. Çatıya çıkan merdivene açılan/merdiven denen de binanın dışında, tehlikeli ve iğreti iki ağaç arasına çakılmış birkaç tahta.  Bu yüzden çatıya çıkanların, aşağılara bakanların korktuğu, yüreğinin ağzına geldiği. Evin çatısı, toprak kaplı, düz dam. Bulgur burada kurutulur, tarhana burada yapılır ve kurutulur; üzümler burada güneşin altında kışa hazırlanır. Kışın mis gibi güneş kokusu hissedilir; bulgurda, tarhanada, kuru üzümde.  Bu tür köylerin en çok iş yapılan yeridir, toprak kaplı, düz damları. Evlerin aralarında tozdan, topraktan, keçiden, koyundan, tavuktan, hayvan pisliğinden bir şey yapmak olası değil. Hele bir de esinti çıkıverirse. En temiz yer düz, toprak damlar. Zaten orman köyü olduğu için yeterince düz toprak, temiz alan, meydan da yoktur ki! Kiremitli dam yapmak, toprak damları kiremitli hale çevirmek bir statü haline getirilinceye kadar sürdü bu. 1950’lerin ikinci yarısında ve 1960’larda evlerinin çatılarını yıkıp, yeni baştan, kırmızı kırmızı kiremitlerle kaplayanlar imrenilerek seyredilinceye kadar. Kiremitli evde oturmak, ev tarifinde bile övünçtü o zamanlar:  “Yeni maallede bi giremitli ev var ya, işte onun yanından gideceen” gibi. Bu değişim de köy kavramının, köylünün üretim zenginliğinin sonu oldu. Tarhana, bulgur, üzüm kurutma özel işletmelere kaldı ve köylü de alıcı-tüketici haline geldi.  Bu durum    aynı zamanda köyde tüfek yapımı ile paralellik gösterir. Her evin altı, ahırlar, samanlıklar, üzüm kaynatma yerleri (Çaraş Damları) tüfek atölyesine dönüşüverdi kısa sürede.  Ardından bazı atölyelere ve evlere elektirik geldiğini de duydum, sınırlı da olsa.

Bu özelliğe bir kazanım daha eklendi sonradan, evin içine su getirtmek. “Evlerinin içinde gurnayı çevirdin mi şarıl şarıl su akıyooo gız… Helkelerle su taşımak yok. Ta caminin çeşmesine gitmek yok. Ha bi de bizde olsa, kollarım kopuyor su taşımaktan, bıktım, usandım, valla” sızlanmaları çok duyulurdu.

Köy içinden gelerek, evlerinin önünden geçen, taş döşeli yolda hendekler kazıldı, siyah demir borular döşendi, yine o yıllarda. Hasan bu taş yığınlarının tam üstüne düşmüştü ikinci kattın köşkünden. Bilmem ne kadar zaman kokmuş deriler içinde yatırmışlardı, iyileştirmek için. O yılların bir başka anısıdır bu. Paraları olanlar bu borulardan evlerine su bağlattılar, olmayanlar caminin yanındaki çeşmeden taşımaya devam ettiler. Uzayan kollar, ahlar vahlar ve oflar puflar arasında: Hasan gibi. Çeşmeden doldurduğu helkeler eve gelinceye kadar yarıya iniverirdi, yerlere döküldüğünden. Belden aşağısı da ıslanırdı elinde olmadan. Helkelerin tutma yeri ince demirdendir, elin kavraması ve taşıması daha kolaydır, ama az su alır. Bakkallardan alınan gaz tenekesine tahtadan sap çakılarak yapılan su kaplarının sapı kalın olduğundan taşıması zordur. Üstelik de daha çok su aldığından ağırdır, özellikle Hasan gibi çerden-çöpten çocuklar için. Kaç kez olduğu gibi  bir keresinde onun ince zayıf parmakları açılıverir yolun yarısında. Teneke yere düşer, devrilmesi yetmezmiş gibi altı eziliverir. Geriye tekrar doldurmaya da gidemez, öteki tenekede su olduğundan. Yüreği korkular içinde eve tek teneke su ile geldiğinde, duyduğu kötü sözlerin haddi hesabı yoktur: “Aptallığı, uyuşukluğu, semeliği yetmezmiş gibi; bilmem ne çocuğu olduğu, adam olmayacağı, kimsenin onu çoban bile tutmayacağı, öküz bile güdemeyeceği. Bu kafayla ilerde açlıktan gebereceği.” Bugün bile dik yürüyemediği için eleştirilir Hasan. Kambur yürümeye küçük yaşta öylesine alışmış ki yük taşımaktan. Eşi ve kızları “dik yürüsene baba” diye takılmadan edemezler. Bu bel sorunu ve bel ağrısının kökü ta çocukluğuna uzanır, kambur yürüme derken bir başka neden daha var; onun etkileri de çok. Yedi yaşlarındayken üvey kardeşi Necati doğduktan sonra bütün bakımı neredeyse Hasan’a yüklendi. Altının temizliği dahil. Biraz ayaklanınca da sırtında taşıma zorunluluğu. Dinlenmek için   iki dakika indirse kıyametleri koparıyordu bebe ve cezasını da   fazlasıyla çekiyordu. Ardından ikinci çocuk geldi. O da ona  havale edilmesin mi? Arka arkaya 4-5 yıl sonuçta bir çocuğun diğer çocukaları sırtında taşıması ne demek..…

 Sığıntı gibi olmak ne zordur bir çocuk için bir evde.  Su taşıma gibi, sırtta çocuk taşıma gibi bir hiç yüzünden  ya da yaratılan bir sürü bahane ile günü, gecesi zehir edilir sık sık. Yaptığı hiçbir şey beğenilmediğinden ya da ne yaparsa yapsın, mutlaka bir kusur bulunacağından bu tür sözleri değişik konular için o kadar çok ve o kadar sık duyar ki. Her defasında kahrolur bu sözlerden. Zehir gibi içine aktığından, acılar, yaralar oluşturur benliğinde; her geçen gün artarak. Hele en çok duyduğu “bilmem ne çocuğu” sözü geceler boyu ağlaması demektir; zavallı anasına yönelik olduğundan. 

Özellikle çamaşır yıkama zamanı geldiğinde, evde çamaşır yıkanacak diye ödü kopar, su taşıma derdinden, ağrıyacak kollarından, işiteceği sözlerden. Bu günlerde kollarının uzadığını hisseder su taşımaktan. Caminin çeşmesine kaç kez gidip geldiğini sayamaz bile yorgunluktan, üzüntüden, bıkkınlıktan. Su taşıma yolunda evlerine su alınsa diye hayaller kurar, bu yüzden. Böylece kurtulabileceğini düşünür ancak, su işkencesinden. Ama bir türlü gerçekleşmez, bu hayal onun çocukluğu boyunca.

O göremez ama duyduğuna göre yıllar sonra alınmış su; avlunun içine. Giriş kapısının hemen yanındaymış çeşme. Açınca, yıllar öncesinde hayal edildiği gibi şarıl şarıl su akıyormuş, buz gibi.   Hayvanlar bile oradan içiyormuş, eve girip çıkarken. Ne güzel, ne kolaylık, bir merdiven aşağıda su. O, bunu göremez ama bu ev hatta bu evdekiler ve tüm köy de Hasan’ı da hiç görememiştir bir daha.

*

Zaman içinde anı dolu bu ev hep ”Alaa’nın evi” olarak anıldı, her akla geldiğinde. Ta ki bir gün bu evin yıkıldığını duyduğu ana kadar. Hasan, karmakarışık duygular içinde kaldı. Bunca yıldır görmese de her bir yanını ezberlediği ve her köşesinden izler taşıdığı bu evin yıkımları arasında ezilip kalmışçasına canı yandı anlatılmaz derecede üzüldü. Anılarını istese de istemese de her an yüreğinde sımsıcak tutarak. 

Artık belli bir yaş diliminin dışındakilerden başka kimsenin böyle bir evden haberi yok, unutulup gitmiştir. Unutkan ve her şeyi çabucak yok sayıveren bir toplumsal özelliğimiz değil mi bu. Bir de bu evde yaşanan anılardan: Bu evin taşına, harcına işlemiş; kimi çığlık, kimi suskun mu suskun iç sızıları; kimi daracık dünyalarının engin hayallerini ve yaşama coşkusunu taşıyan karınca kararınca anılardan kimsenin haberi yoktur artık. Hasan’ın duygu dünyasından kime ne? Bunca sanal yaşam varken. Bu evden kime ne, bunun gibi nice evlerden, nice yaşam savaşlarından: Bir Hasan hariç, onun dışında, bir tek onun dışında.

Onun için çok şey bu anılar, resimdi, şiirdi, yazıydı, çiziydi derken en içten, en naif, en yalın şekliyle anlatmak, paylaşmak, dertleşmek adına.

*

Kıpkırmızı bir ev, evin üstünü kaplayan kapkara bulutların kol gezdiği ürkütücü bir kaos alanı…

Pencerelerde el işi, göz nuru dantel perdeler: Bembeyaz. Balkonda, pencerelerde sevgi ile ekilen-dikilen ve sevgi saçan çiçekler. Kocaman simsiyah bir kapı; açık. Kapının önünde sessiz bir kalabalık; karalar içinde, karalar bağlamış insanlar. Eller üstünde taşınan bir insan; aslında bu evden gitmek istemeyen, bu dünyayı terk etmemek için binlerce nedeni olan bir genç kadın. Sonu gelivermiş bir yaşamın dirençsiz, sessiz bedeni. Bir kenarda; ne yaptıklarını, ne yapacaklarını bilemeyen iki çocuk biri küçük, biri daha yerlerde üç can. Sonradan iki küçük can vazgeçivermişler yaşamdan. Annelerinin peşinden. Geri kalan bir can, kolu kanadı kırık yapayalnız bir kuş.

İşte bu kırmızı ev, bu ev. Kırmızılığı bir acılar ülkesi oluşundan. Kontrast-montrast, armoni falan-filan değil. Canlar bu canlar. Kuş, bu kuş.

*

Ev bir yana, ancak yaşı elliden yukarıda olanlarca yarım yamalak bilinen o: Alaa’nın Amet’in oğlu, Zera’dan kalan, köyünü terk edip gitmiş, dönmemesine.   Ondan, bundan duyan küçükler için sadece Ankara’da yaşayan, köylerinden çıkma bir adam. Kimilerince “Kestane kabuğundan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş” gibi görülen; köyünü beğenmediği için gelmediği sanılan. Önceleri köyde radyoya, televizyona falan çıkmak önemsendiği için; adını duydukları kadar tanıdıkları. Son yıllarda zaman zaman televizyonlardan görebildikleri kırlaşmış, aklaşmaya yüz tutmuş saçları ile yaşlılar grubundan sayılacak bir adam. Hepsi o kadar. Bir varmış, bir yokmuş.

Gerisi suya yazılan bir yazı. Anılar kimin umurunda. 

anılarım benimdir; etim, kemiğim,

geçmişim, yaşanmış ki iliklerimde,

dün gibi sıcacık

elim değince çırpınır bir kuş gibi yüreğim.

uçamaz acılardan kolu-kanadı bağlı divane

paramparça, kırık dökük, derman nerde,

nerde isyan, nerde kavga, umudum nerde?

*

geçmişe dair talan üstüne talan,

yediveren bir gül, viran bir bahçe içinde

varlığım, etim-kemiğim, kimliğim;

kimin umurunda, kime ne?

*

mal mülk değil, geri kalan zamanın izi

dosttur, yarandır, sevgidir  sevgi,

dünü, günü, yarını sorgu sual edende

bin bir soru, bin bir çırpınış can havliyle

bir sıcak el, bir türkü, bir dost sesi

nedir gerçek, nedir yalan, hayal gibi

sor, öğren, dünü-günü ey zaman söyle..

*

sar sarabildiğince haykır; sen varsın,

sen ki gül bahçesinde bir cansın,

ey çocukluğumun yaşanmış-yaşanmamış izleri

ey kainat, ey insanlık bilcümle

yüreğin aydınlansın, bağları kır, gizleri kır,

nedir kavga, nerde vefa, nerde can, neden böyle..

*

kapındadır, muştularla aydınlık

kucakla geçmişi, günü, geleceği sar sarabildiğince

yarat, yaşat  var gücünle sevgi evreni sarsın seni,

bir isim, bir imza, bir mühür, bir iz dünden, güne, geleceğe

içten mi içten, milyon kere milyon selam söyle.

sar sarabildiğince, sev sevebildiğince…

*Prof.,E.Sanatçı-Akademisyen

Article Categories:
Manşet

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Manşet Haberler ...